Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları Doğrultusunda Vatandaşın Güvenliğinin Aktif Surette ve Gereği Gibi Korunmasına Dönük Tedbirler

Mesures législatives à adopter en vue de la protection de la population vulnérable

H. Tamer İNAL

Aile içi şiddet olayına bağlı olarak, mağdur kadın, Türkiye’de iç hukuk yolları tüketilmeden, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde dâva açmıştır. Mahkeme, vahşetin boyutlarını ve özellikle “yaşama hakkının” mâruz kaldığı tehlikeyi gözönünde tutarak dâvayı görmüştür. 14/1/1998 tarihli ve 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun, m. 1 hükmü kapsamında, Aile Mahkemesi Hâkimi; aile bireylerinden birinin veya Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, kişinin aile içi şiddete mâruz bulunduğunu bildirmesi üzerine, gerekli olan tedbirleri re’sen almakla görevlendirmiştir. Ancak işlediği cinayetin töreye dayalı olduğu savı ile hapisten çıkan eski koca, kadın üzerindeki tehdit ve zulümlerini sürdürmüştür. Aile içi olayların olağanlığı veya ailenin mahremiyeti gibi yaklaşımlar, hiçbir merci için, etkili önlem almamak yolunda geçerli bir gerekçe değildir. Şu hâlde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, iç hukuk yolları tüketilmeden, bir dâvayı görmeyi kabul etmesini, Türkiye aleyhinde bir tutum olarak düşünmek yerinde olamayacaktır. Ayrıca işbu işkence yasağına ilişkin hüküm, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin, hiçbir istisnası öngörülmemiş olan, ender hükümlerinden biridir. İşkence, bir kimseye isteyerek ve bilinçli olarak, fiziksel veya psikolojik nitelikte acı vermeye ve ıstırap çektirmeye dönük her türlü kötü muameleden ibarettir.

AİHM, AİHS, Kişisel Başvuru Hakkı, Yaşama Hakkı, İşkence Yasağı, Aile Yaşamının Mahremiyeti, Aktif Koruma, Ayrımcılık.

Les juridictions internes sont mieux placées pour apprécier des uses et les coutumes d’une population, par rapport au juge international. Néanmoins devant l’évidence des atrocités qu’un mari exerce sur sa femme, il faut que les instances étatiques interviennent de façon active et en prévoyant des précautions de sauvegardes efficaces. Suivant les conditions de recevabilité “La Cour ne peut être saisie qu’après l’épuisement des voies de recours internes, tel qu’il est entendu selon les principes de droit international généralement reconnus, et dans un délai de quatre mois à partir de la date de la décision interne définitive” (Art. 35/1). La modification de délai de recevabilité et de saisie de la Cour, est dû au Protocole n° 15 portant amendement à la Convention de sauvegarde des Droits de l’Homme et des Libertés fondamentales, fait à Strasbourg, au 24.VI.2013, tel que, “A l’article 35, paragraphe 1, de la Convention, les mots « dans un délai de six mois » sont remplacés par les mots « dans un délai de quatre mois »” (Art. 4). Ce délai de la saisine de la Cour, est entré en vigueur depuis le 1er février 2022.Dès lors, lorsque la vie privée et conjugale deviennent insupportable pour la femme; la Cour de Justice européenne, se trouve compétente pour juger l’affaire, quoique la Cour n’est pas appelée, en principe, à régler des différends purement privés. Cela étant, dans l’exercice du contrôle européen qui lui incombe, elle ne saurait rester sans réagir lorsque l’interprétation faite par une juridiction nationale d’un acte juridique apparaît comme étant déraisonnable, arbitraire ou, comme dans le cas d’espèce, en flagrante contradiction avec l’interdiction de la discrimination établie à l’article 14 et, plus largement, avec les principes sous-jacents à la Convention. Ainsi, suivant dudit Article 14 relatif à l’interdiction de discrimination, “La jouissance des droits et libertés reconnus dans la présente Convention doit être assurée, sans distinction aucune, fondée notamment sur le sexe, la race, la couleur, la langue, la religion, les opinions politiques ou toutes autres opinions, l’origine nationale ou sociale, l’appartenance à une minorité nationale, la fortune, la naissance ou toute autre situation”. Un autre principe fondamental de la Convention est cité dans l’Article 2 et ceci est le Droit à la vie. Ainsi, “Le droit de toute personne à la vie est protégé par la loi. La mort ne peut être infligée à quiconque intentionnellement, sauf en exécution d’une sentence capitale prononcée par un tribunal au cas où le délit est puni de cette peine par la loi” (ce principe est totalement exclu dans la grande majorité des pays civilisés, tels que la Turquie ou la France). Enfin l’Article 3 de la Convention est relative à l’interdiction de la torture qui dit que “Nul ne peut être soumis à la torture ni à des peines ou traitements inhumains ou dégradants”. Ceci étant, l’État et ces instances doivent prendre des mesures efficaces et durables pour toutes personnes vulnérables.

Convention de sauvegarde des Droits de l’Homme et des Libertés fondamentales, conditions de recevabilité, personnes vulnérables, droit à la vie, l’interdiction de la torture, interdiction de discrimination.

GİRİŞ

İnsanın, kendisini sosyal hayattan tamamen soyutlaması mümkün görülmemektedir. Bu nedenle Aristothèles de, “insanın, bir sosyal hayvan” olduğunu ifade etmiştir. Robinson Cruzoë bir masal kahramanı olduğu hâlde, bir gemi kazası neticesinde, canını bir ıssız adaya ulaşabilerek kurtardığında ve yaşam mücadelesinde tek başına kaldığında; tek başına yaşayamamış ve bir hayat ve mücadele arkadaşı aramıştır. Nihayet bir yerli çocuğu bulmuş ve ismine Cuma demiştir. Birlikte çalışırlarken ve gıdalarını temin etmek uğraşısı verirken, yine gemi faciasından kurtulan bir köpeği bulmuşlar ve üçü bir arada, kendi ölçülerinde bir sosyal yaşam ve dayanışma ortamını kurmuşlardır. Uyguladıkları dayanışma ve iş bölümü, çeşitli güçlüklere ve başta günlük uğraşılarında daha verimli olmak için uygun ortamı oluşturmuştur. Bu masaldan çıkan sonuç, insanın tek başına, kendine yeterli olamadığını ve diğer insanlara ve hattâ hayvanlara da muhtaç olduğunu göstermektedir. İnsan toplulukları da böyle olduğundan, insan her yerde, bir araya gelerek ve iş bölümü yaparak daha kuvvetli ve daha verimli olmaktadırlar. İnsanlardan oluşan topluluk içerisinde ve doğanın da gereği olarak, bir erkek ve kadının birlikte kurdukları aile ile daha sosyal bir yaşam kurulabilmektedir. Ailenin kurulması ile kadın ve erkek dayanışma içerisine girmekte ve çocukları olduğunda, aile giderek büyümektedir. Medeni Hukukun bir kolu olan Aile Hukuku disiplini, kavramları ve müesseseleri ile, aile birliğinin, uygar dünyada gereği gibi yaşamasının temini açısından uygulanan yaşam düzenini kurallara bağlamıştır. Böylece aile hukuku, nişanlanma müessesesinden başlayarak, evlenmeyi, boşanmayı, mal rejimlerini, hısımlık ve sonuçlarını, velâyeti, babalığı, tanıma ve babalık hükmünü, evlât edinmeyi, üvey çocuğu, nafaka yükümlülüğünü, vesayeti düzenlemiştir.

Aile birimi, insanların bir araya geldiği çekirdek topluluktur. Aile kavramının bir önemi de, kendisini toplumu yönlendirmeye yarayan, görgü, ahlâk, din ve hukuk kuralları kapsamında, özellikle görgü kurallarının kazanılması, edinilmesi ve sürdürülmesi açısından dikkate değerdir. Çocuğun eğitim aldığı, hayata başladığı ilk sosyal topluluk olan ailesi bireylerinden oluşan topluluk, çocuğa özellikle edindiği ve sonraki yıllarda devam ettiği okullarda bile sürdürdüğü ve hattâ kökten değiştiremediği, ilk görgüyü veren ilişkilerin ve davranışların odağıdır. En genç yaşlarında, çocuk anne ve babasının ve varsa kardeşlerinin, yani toplumun en küçük yapılanmasının verebildiği davranış şekillerini benimsemekte ve bu davranış şekilleri bütün yaşamını etkilemektedir. Aile yapısı ve anne baba davranışları, çocuğa rehber ve sembol olmaktadır. Sağlıklı davranış biçimlerini edinmiş bir ailede büyüyen çocuk, yaşamının sonraki dönemlerinde, toplum içerisinde üstlendiği rollerde de, daha sağlıklı ve daha olumlu olabilmekte; kurduğu ilişkilerde isabetli davranışları kolaylıkla benimsemektedir. Sağlıklı bir aile yapısı içinde büyüyen, görgü kazanan çocuğun, daha sonra devam ettireceği aile yapısı da, ruhsal yapı bakımından, yaşamının başladığı aile görgü ve davranışlarına büyük ölçüde dayalıdır. Başlangıçta sağlıklı ve olumlu yapıda yetişen çocuk, ilerideki yaşamında topluma yararlı olabilmek şansına sahiptir. Toplumda izlenen gelişmeler, çekirdek ailenin, toplumun geleceği açısından ne değin yapıcı ve yararlı olduğu görülmektedir.

Aile Hukuku ve müesseseleri, özel hukuku ilgilendirdiği kadar, aslında kamu hukukunu da ilgilendirmektedir. Ailenin kurulması, evlilik, çocukların nüfus siciline kayıtları, soyadı, boşanma, aile mahkemeleri; hepsi kamuyu ilgilendiren alanlar olmakla birlikte, Aile Hukuku ve kurumları, aslında bir yandan da kişiler arasındaki ilişkileri ilgilendirdiğinden, Medeni Hukuk dalı olarak düzenlenmekte ve toplumun ve milletin geleceğini ilgilendiren kurum olduğu için, düzenli ve sağlıklı olarak kurulması, sürdürülmesi için gerekli olan kanunî düzenlemelere özen gösterilmektedir.

I. AİLE YAPISININ DAYANAKLARI

1982 Anayasası, üçüncü bölümünde, sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler kapsamında, ailenin korunması ve çocuk hakları kenarbaşlığı altında, m. 41 hükmünde, “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır.” hükmü ile, ailenin Türk toplumu içerisinde tuttuğu yeri, “Türk toplumunun temelidir” ibaresi ile kuvvetlendirmiştir. Yine aynı m. 41/II hükmünde, “Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilâtı kurar” teminatı çerçevesinde, devlete, ailenin korunması görevi verilmiştir. Çocukların korunması açısından, m. 41/III hükmü ile, “Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir”. Nihayet m. 41/IV “Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır” hükmü ile, devletin görevlerini belirleyici hüküm koymuştur. AY m. 41 hükmü ile özellikle kadının ve çocuğun, anayasal güvence altına alınmış olmaları, eğitimin düşük olduğu çevrelerin davranışlarından korunmak açısından önem taşımaktadır ve devletin koruyucu tedbirleri almakla görevli olduğunu gösterdiğinden, aykırı davranışlar Anayasa’ya açıkça aykırılıktır.

22/11/2001 kabul tarihli 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu, özellikle Aile Hukuku açısından ve getirdiği yeni hukukî kurumlar, yenilikler ve kavramlarla bir reform mahiyetindedir. Örneğin, önceki Medeni Kanun, yani 17/2/1926 günlü, “743 Sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin 443. maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesi ile ikinci fıkrasının, Anayasa’nın 10., 12., 35. ve 41. maddelerine aykırılığı ve aynı babanın çocuklarından bir kısmı mirastan pay alırken, bir kısmının pay almaması, bir kısmının da diğerlerine oranla yarı pay alması eşitsizliktir” hükmündeki Anayasa Mahkemesi kararı ile 743 sayılı TMK m. 443 maddesindeki ilgili hüküm iptal edilmiştir1 . İptal edilen hükümler, 17/2/1926 günlü, 743 sayılı Medeni Kanunun 443. maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesini oluşturan; “Bunların, baba cihetinden mirasçı olabilmeleri; babalarının kendilerini tanımış veya babalıklarına hüküm sudur etmiş bulunmasına mütevakkıftır.” hükmünün, Anayasanın 10., 35. ve 41. maddelerine aykırılığı nedeniyle; ve aynı maddenin “Baba tarafından nesebi sahih olmayan bir çocuk yahut füruu, babasının nesebi sahih fürûları ile içtima ederse nesebi sahih bir çocuğa veya ferilerine isabet eden hissenin yansını alırlar.” biçimindeki ikinci fıkrası hükmü de, Anayasa’nın 10., 35. ve 41. maddelerindeki kurallara aykırı olmasına dayanmaktadır. Bu iptal kararı da, gelişen toplum içerisindeki değişiklikleri göstermekte ve Anayasa Mahkemesi’nin 1987 tarihli bu kararından yıllar sonra, Aile Hukuku bünyesinde derin bir reform gereksinimi, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu ile karşılanmıştır. Ancak Türk toplumumda, farklı bölgelerdeki kültür farklılıkları ve kadın ve aile yapısında görülen eşitsizlik ve zayıf kadına karşı uygulanan vahşet, Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde, hakkında en çok dâva açılan ülke hâline getirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti aleyhine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde açılan dâvalarda, Türkiye aleyhine sonuçlanan tazminat talepleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde kişisel başvuru hakkı, yaşama hakkının ihlâli ve aile içi şiddet sorunları ile, toplum içerisinde, kadına, çocuğa ve aileye, korunmaları ve güvenceleri açısından önemli tedbirlerin alınması gereğini ortaya koymaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf olan Üye devletlerden biri, bir diğer Üye devlete karşı, AİHS hükümlerine karşı vâki ve diğer Yüksek Sözleşmeci Taraf’a isnat edilebileceğine kanaat getirdiği herhangi bir ihlâlden dolayı Mahkeme”ye başvurabilmektedir (AİHS m. 33). Buna karşılık, AİHS hükümlerinde ve Protokollerinde tanınan hakların, Üye devletlerden biri tarafından ihlâl edilmesinden zarar gördüğü iddiasında bulunan her gerçek kişi, hükümet dışı her kuruluş veya kişi grupları da, yine Mahkeme nezdinde dâva açabilmektedirler. Devletler, bu hakkın etkin bir şekilde kullanılmasına hiçbir suretle engel olmamayı taahhüt etmişlerdir (AİHS m. 34). AİHM, müracaat eden tarafların dâvasına, ancak kabul edilebilirlik koşulları yerine getirilmişse bakabilecektir. Buna göre, iç hukuk yollarının tüketilmesinden sonra ve kesin karardan itibaren dört aylık süre içinde Mahkeme’ye başvurmak mümkündür. Bununla birlikte AİHM, Opuz soyadlı bir kadının, Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti’ne karşı açtığı dâvayı, kişinin tâbiyetini veya dâvayı açtığı ândaki ikametgâhı gibi unsurları ölçüt olarak almaksızın; sadece, devletin AİHS ile yükümlendiği belirli bir görevini ihlâl etmesinden dolayı, dâvacının mâruz kaldığı zararı dikkate alarak görmeyi kabul etmiştir.