Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Anayasal Düzenimizde Demokratik Devlet İlkesi: Cumhuriyetin Yüzüncü Yılında Halkın Sınırları

The Principle of the Democratic State in the Constitutional Order of Türkiye: The Boundaries of the People in the Centenary of the Republic

Dinçer DEMİRKENT

Demokratik Gerileme kavramı, gelişmiş demokrasileri de kapsayacak biçimde geniş ve çeşitlilik arz eden bir coğrafyada siyasal gelişmeleri tanımlamak için kullanılmaktadır. Bu kavrama içkin anlam demokratik kurumların gerilemesi, işlevlerinin dönüştürülmesi ya da yozlaştırılarak güçlü yürütme organının hizmetine girmeleri olarak tarif edilebilir. Bu tebliğde gerileyenin asıl olarak liberal demokrasilerin, “liberal kurumlar” kısmı olduğu tezi öne sürülecek; bunun nedeni olarak da halkın kapasitesinde çok daha öncesinde başlayan gerileme/geriletilme olduğu iddiası savunulacaktır. Demokrasinin öznesinin kapasitesi/eyleme gücü zayıflatıldıkça liberal kurumları sahiplenecek savunacak güçler de zayıflamıştır. 1970’ler ile başlayan neoliberal siyasal ve iktisadi programın, hem demokratik katılımı engelleyecek biçimde iktisadi alanı uzmanların yönetmesine dair düzenlemelerinin hem de halk sınıflarının kapasitesini artıran sosyal haklar başta olmak üzere temel haklarına ilişkin kısıtların sonucu olarak liberal demokrasilerin liberal kurumları savunmasız bırakılmıştır.

Demokratik Gerileme, Anayasal Demokrasi, Halk Egemenliği, Siyasal Rejim, Cumhuriyet.

The concept of “democratic backsliding” is used to describe political developments in a wide and diverse geography, including developed democracies. The meaning inherent in the concept can be conceived as the decline of democratic institutions, transformation or corruption of their functions and their subservience to the powerful executive branch. In this paper, it will be argued that it is the “liberal institutions” of liberal democracies that are in decline, and that the reason for this is the destruction in the capacity of “the people”, which started much earlier. As the capacity/acting power of the subject of democracy (demos) has been weakened, the forces to defend liberal institutions have also weakened. As a result of the neoliberal political and economic program that began in the 1970s, the liberal institutions of liberal democracies have been left vulnerable, both as a result of the regulations on the management of the economic sphere by experts that prevent democratic participation and as a result of the restrictions on the basic rights, especially social rights.

Democratic Backsliding, Constitutional Democracy, Popular Sovereignty, Political Regime, Republic.

I. CUMHURİYETİN YÜZÜNCÜ YILININ EVRENİ: DEMOKRATİK GERİLEME Mİ?

Demokratik gerileme, liberal anayasal kurumların çözülmesini anlamak için karşılaştırmalı anayasa hukuku ve siyaset bilimi literatüründe sıklıkla başvurulan bir kavram haline geldi1 . Aynı literatürde ve bazen birbirini besleyecek biçimde rekabetçi otoriterlik, seçimli otoriterlik, demokrasisizleşme gibi kavramlar da kullanılıyor2 . Bu kavramlar temellendirilirken ülkelerdeki anayasal kural ve kurumların niteliğindeki ve niceliğindeki dönüşümlerin puanlandığı kimi çetelelere sıklıkla başvuruluyor. Freedom House, V-Dem gibi kuruluşların demokrasi endeksleri başlıca başvuru kaynakları arasında. Liberal demokrasinin kural ve kurumlarının altının oyulmasının yöntem ve araçlarını incelikli biçimde araştıran, farklı ülkelerde bu araçların nasıl kullanıldığını karşılaştırmalı olarak gösteren, ülkeleri iktisadi gelişmişlik düzeyleri, demokratik geçmişlerinin süresi, geçiş rejimi yaşayıp yaşamadıkları ya da bunu nasıl yaşadıklarına göre çeşitli sınıflandırmalara tabi tutarak “gerilemenin” derecesi, nereye kadar varabileceği analiz ediliyor. Dünyada olup biteni anlamak bakımından faydalı olsa da demokratik gerileme kavramının3 çağrıştırdığı gibi öznesi genel olarak muğlak bırakılıyor. Gerilemeden sorumlu olan siyasi partilerin ya da liderlerin adı var, Macaristan’da Orban ve Fidetsz, Türkiye’de Erdoğan ve AKP’nin adı sıklıkla anılıyor; fakat gerileyenin sahibinin kim olduğuna, kimin aleyhine bir hareketin geliştiğine ve kimin lehine olduğuna ilişkin bir muğlaklık var. Sanki bir an gelmiş ve liberal demokrasinin sunduğu olanaklar sayesinde siyasal iktidarı anayasal yollarla elde etmiş parti ve liderler elde ettikleri gücü kötüye kullanmak istemişler ve bu birçok ülkede aynı anda olmuş gibi. Daha açık söylemek gerekirse, demokrasinin öznesi sorusunun yanıtını koca bir literatürün içinde bulabilmek mümkün görünmüyor. Böyle olunca kimsenin sahip çıkmadığı bir rejimin kendi kendini koruyamadığına yakınan geniş bir akademik meslek grubuyla karşı karşıyayız. Kulağa biraz tuhaf gelse de durumun böyle olduğunu düşünüyorum.

Benzer bir durumun bundan otuz yıl kadar önce ilginç biçimde bu defa tersinden tekrarlandığını görüyoruz. SSCB’nin çözülüşünün ardından geçiş rejimlerinin liberal demokratik kurumlarla tahkim edildiği dönemde, literatür yeni bir demokratikleşme dalgasını selamlıyordu. Yukarıda sözünü ettiğim endekslerde yayımlanan grafikler geriye doğru takip edildiğinde ya da demokratik gerilemeye ilişkin literatürün bugünden baktığında gördüğü ve selamladığı ya da geçişe ilişkin sorunları tespit ettiği dönemde demokrasinin sahibine, kim tarafından kurulup kim tarafından korunacağına ilişkin bir siyasal probleme değinilmiyordu. Aynı dönemin sadece geçiş rejimleri için değil, liberal demokratik kurumsallaşmalarını tamamlamış görünen ya da belli bir sürecin belirli bir noktaya ulaştığı rejimler için de bir geçişi temsil ediyordu, sanırım demokratik gerilemenin kökenini de bu geçişte aramak gerekiyor: Halkın, demokrasinin öznesi olarak 200 yıl önce çıktığı siyasal sahnenin dışına atılması ya da anayasa ve siyaset felsefesi disiplinlerinde farklı düşünürlerin farklı çözümler üretmeye çalıştığı “liberal demokrasi” kavramındaki çelişkinin demokrasi kısmının bertaraf edilerek aşılmaya çalışılması.

Demokrasi kısmı çelişkili birlikten atıldıktan sonra “liberal kurumlar” kısmı da sahipsiz kalmış oluyor. Anayasal demokrasinin tarihsel olarak ortaya çıkışını, anayasal demokratik kurumları yaratan mücadelenin sahiplerini, dolayısıyla onun koruyucusu olan güçlerin dengesini açıkça sermaye lehine ve zora dayalı olarak aşan bir kırk yılın ardından liberal kurumları koruyacak bir güç de kalmadı. Daha da beteri, demokratik gerileme literatürü ile aynı dünyayı tasvir etmek için kullanılan “popülizm” kavramı üzerine inşa edilen literatür, anayasal demokratik kurumların işlevsizleştirilmesi ve içinin boşaltılmasında halk ve lider arasındaki ilişkilerden, halkın inşasında kullanılan yöntemlerden söz ediyor. Halkın liberal demokratik rejim içindeki payı elinden alınınca, liderler pay dağıtımının öznesi haline geliyor. 1980’lerden başlayan yapısal uyum programlarıyla iktisadi karar mekanizmalarının anti-demokratikleştirilmesi, kamuya ait olan iktisadi girişimlerin özelleştirilmesi yoluyla üretime ilişkin verilecek kararların anti-demokratikleştirilmesi, halkın en geniş kesimlerini oluşturan ücretli sınıfların örgütlenme araçlarının ellerinden alınması ve güvencesizleştirme yoluyla çalışma hayatına ilişkin politik karar mekanizmalarının dışına atılmaları, eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve niteliksizleştirilmesi yoluyla iktisadi ve siyasi elit oluşumlarının oligarşik bir zümreyle sınırlanması “liberal demokrasi”nin demokrasi tarafının zayıflatılmasıyla ilgiliydi.

Demokrasi tarafına yapılan saldırı, anayasal-liberal kurumların altını oyan rejimlere karşı bir gücün, dengeleyici bir gücün ortaya çıkmamasının nedenidir. Bu bakımdan demokratik gerilme kavramını kullanacaksak, asıl olarak bu kavramı 1990’lardan itibaren ele almak gerek; bugüne ilişkin daha spesifik ve doğru adlandırma liberal kurumsal gerilemedir. Bu savı kanıtlamak için anayasal kurumlar tarihinde kısa bir gezinti yeterli olacaktır sanıyorum. Örneğin mevcut demokrasi endekslerinde en çok kullanılan göstergelere bakalım: Kuvvetler ayrılığı nasıl, hangi koşullarda, hangi toplumsal sınıfların birbirine eklemlenmesiyle ve hangisine karşı verilen mücadelelerle ortaya çıktı? Hukuk devleti ilkesini somutlaştıran anayasal normlar iyi bir anayasal tasarımı yapması beklenen aklın ürünü mü? Yasama ve yürütme organlarının seçimle göreve gelmesi, bu seçimlerde genel, eşit, gizli oy ve açık sayım ilkeleri böylesi daha doğru olduğu için mi tercih edildi? Kendi kaderini belirleme hakkı, içerde demokratik bir rejim kurma, sömürge halklarına da bağımsızlığını vermeyi akıl eden bir anlayışın ürünü mü? Anayasanın egemenlik yetkisinin kullanımını düzenleyen ilkelerinden kişi haklarına, katılım haklarına ve sosyal haklara kadar “anayasal demokrasi”yi ya da batılı devletlerin tarihinde ortaya çıkmış liberal demokrasiyi tanımlayan kurum ve kuralların bir aklın ürünü değil, iki yüz elli yıl önce modern siyaset sahnesine çıkan halkın kapsamının genişlemesi mücadelesi olduğunu biliyoruz. Demokrasi kavramının da doğrudan doğruya en büyük ve tutarlı düşmanları tarafından tanımlandığı haliyle bir sınıf kavramı olduğunu4 . Dolayısıyla “liberal demokrasi”, ya da anayasal demokrasinin kavramın çelişkili haliyle varlığını koruyabilmesinin koşullarını da burada aramak gerekir, yoksa zalim otokratların keyfi yönetim kurma kararı verdikleri anda kurum ve kuralların altını oyarak liberal kurumları zayıflatmasında değil. Bu sahiplenmeye ilişkin kanıtımı da Türkiye’den vermek isterim: Son dönemde Türkiye’de “gerilemeye” karşı iki önemli harekete şahit oluyoruz. Bunlardan birincisi ve en güçlüsü kadınların, kadın kırımına karşı yürüttükleri mücadele. Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, gerilemeye ilişkin kurumsal bir adımdı, Medeni Kanun’da ve Anayasa’da yapılması beklenen, endişe edilen değişiklikler de bu gerilemenin süreceğine işaret ediyor. Fakat kadınlar her aşamada haklarına sahip çıkma mücadelesi veriyorlar. İkincisi ise oy hakkının kullanımına ilişkin gelişen halk hareketi, “demokratik gerileme” içinde sayılan rejimlerin kullandığı yöntemlerin başında gelen seçim manipülasyonu stratejilerine karşı adil ve güvenli seçim için neredeyse on yıldır yapılan her seçimde seçim kurullarındaki gönüllüğün bir toplumsal hareket seviyesine gelen görünümü bu sahiplenmeye ilişkin güçlü bir veri sunuyor.

Bu tebliğde, yüzüncü yılını idrak ettiğimiz cumhuriyetin demokratik devlet ilkesini halkın sınırları bağlamında ele almayı planlıyorum. Tüm dünyada batılı anlamda demokrasilerin yarattığı kurumların, ülkelerin gelişmişlik düzeyleri, içinde yer aldıkları coğrafya, nüfuslarının bileşimine bağlı olmaksızın farklı derecelerde de olsa işlev kaybına uğraması, içlerinin boşalması ya da yok edilmesi süreçleriyle eş zamanlı olarak cumhuriyetin yüzüncü yılında demokratik kurumların yok edildiği bir anayasal politikalar dizisinin içindeyiz. 16 Nisan 2017’de halkoyuna sunulan anayasa değişikliği kanununa varan süreç yasama - yürütme ilişkilerinde yasama organının işlevsizleştirildiği; yasama ve yürütme eylemlerinin karşısında başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere, yargı organının bağımsızlığı ilkesinin içinin boşaltıldığı; temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunacak biçimde hakların kullanımının engellendiği bir siyasal düzenin içindeyiz. Belki de 12 Eylül 1980’de başladığımız yeni maceranın dahi uç sınırındayız. ‘Bu sınıra nasıl geldik’ sorusuna yanıt arayacağım tebliğ iki bölümden oluşuyor: i. Anayasal demokrasinin sınırları, ii. Cumhuriyet anayasalarında halkın konumu.

II. ANAYASAL DEMOKRASİNİN SINIRLARI

Anayasal demokrasi, liberal kurumlarla (hukuk devleti ve insan haklarını güvence altına alan kurumlar) halkın halk egemenliği ilkesi arasındaki çelişkinin yarattığı bir çözüm olarak ortaya çıkmıştır5 . Modern anayasalar demokratik meşruiyete dayanırlar, yasaların ve idarenin işleyiş kurallarının dayanağı anayasadır. Demokratik ilkenin, eşitler olarak biraraya gelen bir halkın kendi yasalarını belirlemesi ilkesinin anayasal demokrasilerde bir sınırı vardır. Anayasaların belirlediği kurumların çizdiği bu sınırları aşan kararların önüne anayasal engeller çıkar. Habermas’ın ifadesiyle anayasal demokrasiler; kamusal otonomi ilkesi ile özel otonomi ilkesi arasında; evrensel insan haklarından meşruiyetini alan temel haklar ile demokratik meşruiyet kaynaklı kararlar arasındaki çatışmanın içinden tarihsel olarak kurulan bir dengede bulunur6 .

Amerikan Devrimi’ni yapanlar, biz bir demokrasi değil, cumhuriyet kuruyoruz derken kadim bir siyaset bilgisine başvurmuşlardı; bu siyaset bilgisi de kadim bir korkudan da besleniyordu. Roma Cumhuriyetinden (Cicero), İtalyan kent devletlerine (Machiavelli) oradan da modern bir anayasal demokrasi olarak kurulan Birleşik Devletlere taşınan cumhuriyet fikri, (Pocock), yönetimlerdeki bozulmaya karşı toplumsal sınırların güçlerini birbirine karşı koyacak biçimde kurumsal yapılarını oluşturan maddi bir anayasa fikrini esas almıştı. Monarşi, aristokrasi ve demokrasiyi; sırasıyla monarkın iyiliği; seçkinlerin ihtiyatını ve halkın özgürlük arzusunu biraya getireceklerdi. Başkanın ve kongrenin birbirine karşı konumu, Temsilciler Meclisi ve Senato arasındaki ilişkilerin kuruluşunda bu kadim geleneği okumak mümkün. Cumhuriyetçi ilkenin temelinde yatan kamusal sorunlara kamunun katılımı ile karar verme sorusuna verilen yanıttaki özne problemi, yani, kamunun kim olduğu sorusuna verilen yanıt ise modern anayasal tarihin her döneminde değişti. Halkın modern siyasete çok daha sert biçimde dahil olduğu Fransız Devrimi, bu soruya verilen yanıtların çok hızlı değiştiği birkaç yıllık fırtına içinde eski dünyayı değiştirecek biçimde gerçekleşti. Machiavellici tasvirin imgesiyle çok başlı bir canavar olarak halkın egemenliğinin sınırlandırılması için restorasyon ve bonapartist anayasa dönemleri aynı sertlikte işledi.

Bu iki büyük devrimin yarattığı ve eski dünyayı yıkan yeni meşruiyet anlayışı demokratikti, fakat aynı zamanda temel hakları güvenceye alan ve devlet gücünü kullananları sınırlayan anayasalara dayanıyordu. Buna karşın iki devrimin içinde doğdukları toplumsal yapılar da yarattıkları kurum ve düşünceler de birbirinden ayrılıyordu. Birleşik Devletler’de anayasa halk egemenliğini; Fransa’da halk egemenliği anayasayı önceliyordu. Bununla birlikte, modern dünyayı kuran bu iki devrimde esas olan temsili demokrasi bağlamında halkın sınırlarının çizilmesiydi. On dokuzuncu yüzyıl, bu sınırların genişletilmesi mücadeleleriyle geçti; cumhuriyetler içinde siyasal katılım haklarının genişlemesiyle, çalışmaya eğitime, sağlığa ilişkin sosyal haklar için verilen mücadeleler yan yana gitti; genel oy hakkının elde edilmesinin anlamı kamusal meselelere ki iktisadi alan da kamusal sorunun başında geliyordu, karar vermede burjuvazinin tek başına olamayacağını da söylemiş oluyordu. Böylece devletlerin faaliyet alanlarının sosyal soruna doğru genişlemesi, özgürleştirmenin pozitif bir görev olarak tanınması mücadelesinin de başlaması kaçınılmazdı. On sekizinci yüzyıldaki temsilin sınırlarıyla on dokuzuncu yüzyılın sonundaki sınırlar arasındaki farkı yaratan ve liberal demokrasinin demokrasiye ilişkin kurumlarını güvenceye alan bu mücadelelerdir.

Yirminci yüzyıl başında, liberal demokrasinin liberal kurumlar tarafını bir kenara atan ve demokrasiyi ve temsilin sınırlarını bambaşka biçimde tanımlayan üçüncü büyük devrim gerçekleşti. Temsil ilişkisinde ülkede çalışan yabancılar dahil herkesi ve kadınları katan fakat burjuvaziyi dışlayan bir anayasa bu devrimin sonunda hazırlandı. Modern anayasa hareketleri tarihinde ve anayasa disiplini içinde görmezden gelinen bu hareketin yirminci yüzyılda liberal demokrasilerde, demokrasi tarafının kuvvetlenmesiyle birlikte liberal kurumları da besleyen sonuçları oldu. Yirminci yüzyılın ortalarında liberal demokrasilerin, liberal kurumlarını işletmediği, halkın ise zaten olmadığının varsayıldığı sömürge halkları, kendi kaderlerini belirlemek için ayaklandılar, yeni devletler, başka devletlerle eşit haklara sahip olma mücadelesinin sonunda ortaya çıktılar. Halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkının diğer yüzü de bu hareketlerin başarılarının ardından kurulan yeni devletlerin uluslararası hukuk düzeninin parçası haline gelmesi oldu. Demokrasi, yirminci yüzyıl boyunca içinde faşist gerilemelerin olduğu bir süreçte ilerledi. Halkın örgütlü kapasitesiyle elde ettiği her kazanım, halka çizilen sınırlardaki her genişleme, liberal demokrasilerdeki liberal kurumları da güçlendirdi ya da tersi.

Yirminci yüzyılın son çeyreğinde dengelerin demokrasi aleyhine değiştiğini biliyoruz. Siyasal katılma haklarına indirgenen ve saf siyasal temsile sıkıştırılan bir prosedür olarak demokrasiyi görmek yerine bir sınıf kavramı olarak klasik anlamıyla halkın iktisadi, siyasal ve sosyal kapasitesini zayıflatmaya dönük bir sınıf savaşımının elli yıldır sürdüğü bu yeni liberal iktisadi ve siyasal evren içinde liberal demokrasilerin artışını belgeleyen istatistiklerle birlikte demokratik kapasitesinin zayıflaması arasında bir bağ var ve bu bağı düşünmek “demokratik gerileme” kavramıyla tanımlanan bugünün liberal kurumlarının zayıflamasını anlamanın da işaretini taşıyor. Yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren, iktisadi kararların uzmanların eline bırakılarak demokratik denetimden çıkarılması, eğitim, sağlık, barınma gibi temel yurttaşlık haklarının kısıtlanması, çalışan halk sınıflarının zararına olarak çalışma hakkının sağladığı kurumların içinin boşaltılması ve siyasal katılımın seçimlere katılıma indirgenmesi pratiklerinin; ekonomik ya da siyasal zor yöntemleri kullanılarak gerçekleştiği son elli yılda, halkın demokratik kapasitesinin zayıflatılmasının sonuçlarını anayasal demokrasinin işleyişini sağlayan kurumların da çeşitli derecelerde zayıflamasında görüyoruz. Demokrasinin öznesinin, halkın kapasitesinin bu denli zayıf olduğu bir siyasal evrende, temel haklar ve özgürlükler ile hukuk devleti ilkelerini gerçekleştirmek için oluşturulmuş kurumlara da kimse sahip çıkmıyor. Cem Eroğul, Anatüzeye Giriş başlıklı ders notlarında burjuva demokrasisinin genel özelliklerini sayarken bunu şu açıklıkta ifade etmişti: “Demokrasi, burjuva sınıfının önderliğinde başlamış, ancak bugün artık saltık bir burjuva üstünlüğü ile bağdaşmaz duruma gelmiştir. İşçi sınıfı da demokrasinin sahibi olmuştur.”7 Çağdaş anlamıyla anayasal demokrasilerin liberal kurumlarının otoriter rejimlerce bir bir ortadan kaldırılmasında işçi sınıfının ya da daha geniş anlamıyla bir sınıf kavramı olarak halkın gücünü ortaya koyacağı araçların yok edilmesi; paradoksal olarak bu burjuva kurumlarının mutlak burjuva yönetimlerinin eline bırakılmasındandır.

Cumhuriyetin yüzüncü yılını idrak ettiğimiz günlerde yapılan bu toplantıda cumhuriyet anayasalarındaki demokrasi ilkesini nasıl anladığımız, anlattığımız ve eksik bıraktığımıza değinmek gerek.

III. CUMHURİYET ANAYASALARINDA HALKIN KONUMU

Pınar Bedirhanoğlu ve Cenk Saraçoğlu, son dönem çalışmalarında cumhuriyet kavramına içkin bir tözden hareket ediyorlar8 . Yukarıda çizmeye çalıştığım perspektifle ortak bir hatta cumhuriyetin yurttaşlık ve kamunun, herkesin çıkarına herkesin karar vermesi bakımından bir tözü içerdiği; cumhuriyetçiliğin esasının da burada olması gerektiğini iddia ediyorlar. Dolayısıyla da yaklaşık son 50 yıldır hem siyasal katılım araçlarının daraltılması hem de kamuya ait varlıkların tasfiyesi bağlamında cumhuriyetin esasına ilişkin bir saldırı olduğunu vurguluyorlar. Bedirhanoğlu ve Saraçoğlu’nun cumhuriyetin tözünden söz etmelerinde iki neden var; birincisi cumhuriyet kavramının üzerine inşa edildiği eşitlik kavrayışı ve ikincisi eşitlik varsayımının içinde demosun konumu. Bu tebliğ bağlamında cumhuriyeti şekillendiren çatışma zeminleri içinde benim vurgulamak istediğim bu konum. Dolayısıyla Bedirhanoğlu ve Saraçolu’nun cumhuriyete ilişkin tözü aradıkları yerin ben halkın konumu ve gücünü kullanmasını sağlayan araçların genişliği bakımından kapasitesi olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle asıl olarak bir tözden değil, cumhuriyet içinde bir sınıf kavramı olarak demosun; halkın kapasitesinden bahsedeceğim; Cumhuriyetin anayasal düzeninde demokratik devlet ilkesinin anlamı bağlamını sorgulamaya çalışacağım. Aslında yazarların kavramlarını tersine çeviren bir müdahaleyle, cumhuriyetin içindeki demokratik esası arayacağım.

Mümtaz Soysal, 1982 yılında anayasa taslağının açıklanmasının ardından anayasa taslağını hazırlayanların halka olan güvensizliğine işaret etmek için Milliyet Gazetesinde şunları söylüyor: “Haydi işçileri işletme yönetimlerine katılması ya da planlama mekanizmalarında halk katkısının aranması gibi çözümleri bizim toplumumuz bakımından fazla “ileri” sayabilecek olanların bulunmasını doğal karşılayalım. Peki ya yerel yönetimler? ... Gerçi yerel yönetimler, yine genel karar organları halk tarafından seçilen tüzel kişiler olacaktır ama, haklarında kovuşturma ya da soruşturma açılmış yerel yönetim organları ile bu organların üyelerini görevden alıkoymak yetkisi İçişleri Bakanına tanınmıştır...” Bu düzenlemeyi demokratik yönetim usulü bakımından eleştiren Soysal, yazısını şöyle bitirir: “Çünkü demokrasi, konuşan değil, yaşanan bir yönetim biçimidir. Yaşanması da beş yılda bir sandık başına giderek değil, yakın çevremizdeki günlük işlerin yönetimine katılmakla olur. Aşağılarda yaşanamayan bir demokrasi, yukarılarda ancak konuşur”9 . Henüz 1982 Anayasası halkoylamasına sunulmadan getirilen bu eleştiri, anayasanın kabulünün ardından çokça dillendirilecek bir tezi erken bir dönemde dile getirmiş oluyor: 1980 darbesini yapan cuntanın halka olan güvensizliği. Bununla birlikte alıntıladığım paragrafta daha temel iki unsur var. “İleri demokrasi”nin tarifi. Bugün artık demokrasinin içeriği bakımından unutulmuş bir katılım anlayışının 1980 öncesi gerçekleşen demokrasi tartışmalarından gelen mirasını burada bulmak mümkün. Sınıflı bir toplumda halk sınıflarının iktisadi kararlara, içinde bulundukları çalışma hayatına ilişkin kararlara katılma hakkı. Bunlar için geliştirilecek araçların düşünülmemesinin demokrasiyi, ülkemizin durumunda kabul edilebilir olsa dahi “geri” kılacağı. İkincisi, demokrasinin belli aralıklarla yapılan seçimler aracılığıyla yetkili organların seçimle işbaşına gelmesinden ibaret olmaması, halkın kendini ilgilendiren kararlara özellikle kendine en yakın kamusal meselelere karar verilen yerel yönetimler aracılığıyla katılması gereği.

Bülent Tanör, 1982 Anayasası’nı yapan cuntanın siyasal, toplumsal ve iktisadi dayanaklarının analizini İki Anayasa kitabında yapmıştı10 . Anayasa koyucu, 1970’lerden itibaren dünyada hâkim olmaya başlayan yeni birikim rejiminin gerekli kıldığı koşulları, 1980 öncesinde sermaye sınıflarının öncülüğünde başlayan talepler bakımından sağlamayı önüne koymuştu. Yolu siyasal zoru kullanmaktı. Darbeciler için bu anayasa yapım süreci ile sınırlı değildi. Yıllar süren bir sıkıyönetim düzeni içinde anayasa öncesinde üniversiteler, anayasa sonrasında siyasal partiler, sendikalar, grev ve lokavt hakkı, toplantı gösteri yürüyüşlerine ilişkin kanunlar darbeciler tarafından çıkarıldı. Halkın katılma araçlarını ve fizik gücünü sağlayan kurumlar tasfiye edilmekle kalmadı; bunlar bir daha halkın kapasitesine katkı yapamayacak biçimde yeniden organize edildi. Cem Eroğul’un belirttiği gibi artık mutlak burjuva iktidarının çıkarlarının hilafına olan burjuva demokrasisinin, ya da anayasal demokrasinin temel kurumları, temel hak ve özgürlüklerin güvence altında olması, siyasal makamların serbest ve adil seçimlerle işbaşına gelmesi, siyasal partilerin güvence altında olması, azınlığın barışçıl biçimde iktidara gelme olanaklarının bulunması11 anayasa metninde biçimsel olarak varlığını sürdürse de 12 Eylül darbesini yapan cuntanın tasarladığı siyasal rejim içinde birçok farklı ölçekte sakatlandı.

Kurulan rejim içinde 1987’den itibaren açılan delikler vasıtasıyla bu kurumlar 2000’li yılların ortalarına kadar standart bir burjuva demokrasisi ölçeğinde yeniden canlandı. Ancak bu kurumların canlandığı ortam, büyük servet transferlerinin özelleştirmeler aracılığıyla cumhuriyet tarihinde görülmemiş biçimde gerçekleştiği yıllardı. Yapısal uyum programları çerçevesinde ekonomi yönetimi demokratik katılım ile oluşacak müdahalelerden muaf tutuldu. Devletin, anayasanın 5. maddesinde sayılan özgürleştirme görevi askıya alındı, eğitim, sağlık gibi kamusal hizmetlerin piyasaya açılmasıyla uzun vadede demokratik kapasiteye büyük bir darbe vurulmuş olacaktı.

Bu koşullarda, 2017 yılında olağanüstü hâl rejimi içinde yapılan anayasa değişiklikleri ile demokratik rejimin en temel özellikleri yeniden askıya alınacak halkın kapsamı, mümkün olan en dar sınıra indirgenecekti. Mümtaz Soysal’dan başta alıntıladığımız paragrafa dönelim. Bırakalım halk sınıflarının iktisadi kararlar üzerindeki denetimini, artık yerel yönetimlerde seçilen organların yerine kayyımların atanabildiği, seçilmiş milletvekillerinin kişi özgürlüğünün kullandırılmadığı bir düzenin içindeyiz ve açık ki bu düzene izin verilmemesini sağlayacak liberal kurumlara sermaye sınıfları sahip çıkmıyor; anaakım siyaset bilimi ve iktisatçıların öngördüğü gibi demokrasi olmayan yere sermaye de gelmemezlik etmiyor.

Cumhuriyetin yüzüncü yılında demokratik devlet ilkesi bakımından geldiğimiz yeri görmek için geriye doğru gitmekte fayda var. 1982 Anayasası’nın eleştirmenlerinin hemen tümü, anayasanın Osmanlı - Türk anayasacılığı içinde temel bir kırılma yarattığını söyledi. Temel hak ve özgürlüklere çizilmiş güçlü sınırlar, devlet gücünün örgütlenmesinde yürütme gücünün asli bir yetki haline getirilmesi ve yürütme içinde cumhurbaşkanına verilen konum, devlet karşısında yurttaşın haklarını kullanamayacak denli atomize edilmesi, halk sınıflarının örgütsüzleştirilmesi... 1982’den geriye doğru gittiğimizde bütün bunları halkın konumu bakımından değerlendireceğimiz bir kavramsal çerçeveyi 1969’da yine Mümtaz Soysal’ın Dinamik Anayasa Anlayışı’nda kullandığı anayasanın açıklığı - kapalılığı kavramlarında buluyoruz. Anayasanın toplumsal güçler arasında bir dengeye dayandığı ve bu dengenin dinamik olduğunu vurgulamak için bu kavramları kullanıyor Soysal. Örneğin anayasa hangi tür partilere açık, hangi toplumsal güçler anayasaya dayanarak örgütlenebilir vs. Açıklık kapalılık kavramları, halkı olduğu gibi parçalı olarak düşünmeye izin verdiği ve dinamik bir dengeyi varsayması bakımından anayasanın dayanıklılığı kavramını da beraberinde getiriyor ve mevcut bir denge halinde toplumsal güçlerin konumunu anlamaya yardımcı oluyor12 . Bu kısmı çok uzatmayacağım ama çok parçalı bir halkı, bir siyasal birlik olarak örgütlemenin gerekleri bakımından anayasanın kapsamında bulunan halk ve anayasal düzenin dışından içeri doğru, onu zorlayan halk fazlalığı arasında ayrım yapmak gerek, demokratik kurumların varlığını koruyan ve geliştiren de paradoksal olarak bu halk fazlalığı oluyor, çünkü eşit olmayanların eşitliği varsayımı ile hareket ediyorlar. Kadınların, işçilerin, Türklüğün etnik tanımı içinde siyasal toplumun çeperine atılanların eşitlik mücadelesinin araçları olarak liberal kurumları kullandığını ve anayasanın açıklığını zorladığını biliyoruz. Cumhuriyetin kuruluşuna doğru gittiğimizde de kuruluştan bugüne doğru geldiğimizde de demokrasiyi geliştiren ve ona sahip çıkanlar bu demokratik fazlanın13 unsurları.