Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Devlet Geleneğimiz ve Mutlak İktidar Anlayışı

Turkish Political Tradition and Absolute Power

Oktay UYGUN

Yeryüzünde, ilk devletlerin ortaya çıktığı 5.500 yıl öncesinden günümüze dek, devlet iktidarının mutlak ve sınırsız olduğu yönündeki görüşler çeşitli gerekçelerle savunulmuştur. Bu tür görüşlere hemen her kültür çevresinde ve her dönemde rastlıyoruz. Eskiden devletin kökeni ilahi iradeye dayandırıldığı için mutlaklığı doğal kabul edilirken, modern çağda tamamen laik gerekçelerle de mutlak ve sınırsız iktidar teorileri ortaya konmuştur. Çoğulcu-özgürlükçü demokratik rejimlerin yaygınlaştığı günümüzde ise mutlak iktidar anlayışından uzaklaşılmıştır. Özellikle Batı kültür çevresinde gelişen liberal siyaset teorisinde, devletin bireyler tarafından bir sözleşmeyle ve bireylerin özgürlüklerini güvence altına almak için kurulduğu varsayıldığından, mutlak iktidar anlayışı tamamen reddedilmiş olmaktadır. İktidarı sınırlandıran ve kötüye kullanılmasını engelleyen pek çok ilke ve kurumu demokratik ülkelerin anayasalarında görebiliriz: Hukukun üstünlüğü ilkesi, kuvvetler ayrılığı ilkesi, laiklik, doğal haklar anlayışı ve yargı bağımsızlığı gibi. Bu tür ilke ve kurumların 1961 Anayasası ile Türk siyasal sisteminde de güçlü biçimde vurgulandığı açıktır. Ancak anayasal düzenlemelerin bu konuda kesin formülasyonlar getirmiş olması, uygulamanın da bu yönde olduğu anlamına gelmez. Nitekim, devlet iktidarının mutlak olduğu anlayışının hala canlılığını koruduğu ve siyasal kültürümüzün esaslı bir unsurunu oluşturduğu açıkça görülebilmektedir. Bu makalede mutlak iktidar anlayışın tarihimizdeki kökleri incelenecek ve güncel siyasete etkisi hakkında bazı tespitlere yer verilecektir.

Adalet, Dirlik Sistemi, Feodalite, Örfi Hukuk, Milli Egemenlik, Milli İrade, Mutlak İktidar.

From 5,500 years ago, when the first states emerged, to the present day, the views that state power is absolute and unlimited have been defended for various reasons. We come across such views in almost every cultural environment and in every period. In the past, since the origin of the state was based on divine will, its absoluteness was considered natural. In the modern age, absolute and unlimited power theories are based on completely secular reasons. Today, in parallel with the spread of pluralist democratic regimes, the understanding of absolute power has been moved away. Especially in the Western culture environment, where liberal political theory is dominant, the absolute power conception is completely rejected since it is accepted that the state is established by individuals to secure their freedom with a social contract. There are many principles and institutions that limit the power and prevent its abuse in the constitutions of democratic countries: such as the rule of law, the principle of separation of powers, secularism, the understanding of natural rights and the independence of the judiciary. Such principles and institutions were strongly emphasized in the Turkish political system with the 1961 Constitution. However, the fact that the constitutional regulations have brought definite formulations on this issue does not mean that the practice is in the same direction. As a matter of fact, it can be clearly seen that the absolute power, which has deep roots in our history, still preserves its vitality and constitutes an essential element of our political culture. In this article, the roots of the absolute power in Turkish history and its effect on current politics will be examined.

Absolute Power, Customary Law, Feudalism, Justice, National Sovereignty, National Will, Timar System.

GİRİŞ

Türkiye Cumhuriyeti, Birinci Dünya Savaşı sonunda dağılan çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’nun henüz işgal edilmemiş toprakları üzerinde ulusal bir devlet olarak kuruldu. Devlet geleneğimiz açısından bakıldığında, Cumhuriyetin ulusal egemenlik, laiklik ve ulus devlet ilkeleriyle Osmanlı’dan kesin bir kopuş anlamına geldiği söylenebilir. Bununla birlikte, siyasal kültürümüzün baskın özellikleri ve zihinsel kodlarımız bakımından halefi olduğumuz Osmanlılarla benzerliğimiz yüksek derecededir. Devlet iktidarının “mutlak” ve “sınırsız”, bireylerden “üstün” ve “asli” olduğu görüşü bu benzerliğin en önemli boyutudur. Mutlak iktidarın Osmanlılarda ekonomik, idari ve hukuki düzenlemelerle nasıl kurumsallaştırıldığını incelemek için biraz daha eskiye uzanmak; Osmanlıların devraldığı siyasal kültüre de değinmek gerekir. Çünkü mutlak iktidar, ağırlıklı olarak, Orta Asya ve İslam kültür çevrelerinden gelen bazı siyasal geleneklerin reddi, diğer bazılarının ise pekiştirilmesi suretiyle kurulabilmiştir. Konuyu tarihsel süreçteki gelişimiyle izlemek, çağdaş Türk siyasal kültüründe halen etkili olan mutlak iktidar anlayışına ilişkin derinlikli bir kavrayışı mümkün kılacaktır.

Osmanlı İmparatorluğu etnik, dinsel ve kültürel bakımdan çok farklı unsurlar barındırsa da bazı siyasal gelenekleri iktidarı elinde tutan Osmanoğulları’nın geçmişine göre şekillenmiştir. Osmanlılar Selçuklu İmparatorluğu’na bağlı bir uç beyliğinden, önce devlete, sonra imparatorluğa evrilmiştir. Selçukluların ve Osmanlıların kökeni, bazı tarihçilere göre, Orta Asya’da Oğuzlara dayanır. Oğuzların da Kuzey Doğu Asya’dan, bugünkü Moğolistan civarından gelen Türk boylarından oluştuğu kabul edilir. Avrasya bozkırlarından Anadolu’ya ve Balkanlara ulaşan ve orasını anavatan olarak kabul eden Türkler, yüzyıllara yayılan bir süreç içinde, Çin, İran, Bizans, Arap ve Avrupalı gibi çeşitli siyasal kültürlerden etkilenmiş, sürekli yenilenen bir sentez şeklinde bir devlet geleneği oluşturmuştur. Bu geleneğin önemli bir boyutunu, yukarıda değindiğimiz gibi, devlet iktidarının mutlak olduğu ve devletin bireyden üstün olduğu anlayışı oluşturur. Şimdi bu geleneğin önce Orta Asya, ardından İslam kültür çevresinde nasıl şekillendiğini inceleyelim.

I. ORTA ASYA BOZKIR GELENEĞİ

Dilbilimciler ön-Türk dilinin M.Ö. 3.000 yılları gibi erken bir tarihte Orta Asya civarında konuşulduğu kanaatindedir. Türk adını taşıyan ve devlet inşası bakımından önemli bir adım olan ilk siyasi yapı ise oldukça geç bir tarihte, M.S. 552’de Göktürkler olarak ortaya çıktı1 . Kuşkusuz, bu tarihe kadar Avrasya coğrafyasında göçebe veya yarı göçebe hayat süren kabileler arasında kurulan bazı siyasi birliklerde Türkçe konuşan kabileler önemli bir yer işgal etmişti. Nitekim Büyük Hun Konfederasyonu’nda (M.Ö. 221-M.S. 48) Göktürklerin ataları olan kabileler de vardı. Ancak Göktürkler dahil, bu siyasi birlikler “devlet” değil devletleşme eğilimi gösteren kabile konfederasyonlarıdır2 . Söz konusu konfederal birliklerin lideri konumundaki Kağan’ın belirlenmesinde ve yetkilerini kullanmasında kabile beylerinin etkisi büyüktür. Birlik, kabileler üzerinde merkezi bir hükümete sahip olmadığından, kağanın mutlak bir iktidarı olduğu söylenemez3 . Devletleşme sürecinin hızlanmasıyla birlikte, sonraki siyasal birliklerde kağanın/hükümdarın yetkileri artacak, giderek iktidarın mutlak ve sınırsız bir güç olduğu fikri yerleşmeye başlayacaktır.

Bugüne kadar yapılan araştırmaların bulguları değerlendirildiğinde, kamu hukuku bakımından Orta Asya Türk topluluklarının oluşturdukları birliklerin kabile konfederasyonu niteliğinden çıkıp devlete dönüşmesinin 10. yüzyılda gerçekleştiği söylenebilir. Bir araya gelen çok sayıda kabilenin ortak ve merkezi bir hükümete, orduya ve hazineye sahip olması yani kabileler üstü bu yeni toplum için bir devlet örgütü oluşturması Karahanlılar döneminde söz konusu olabilmiştir4 . Karahanlı devletinin ardından Türklerin kurduğu siyasal birliklerin bir bölümü Orta Asya’dan Orta Doğu ve Avrupa’ya uzanan coğrafyada, sırasıyla, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları, Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti olarak devam eder. Türklerin diğer kolları da geniş Avrasya coğrafyasında başka devletlere ve halklara kaynaklık etmiştir5 . Bütün bu süreç boyunca, kurulan devlet ve imparatorluklarda Orta Asya bozkır kültürünün etkisi değişen derecelerde gözlemlenebilir. Orta Asya bozkırındaki Türk kabilesinin töresi önce kabile konfederasyonlarında, ardından kurulan devlet ve imparatorluklarda yaşatılmaya çalışılmıştır. Bu kabile töresinin burada belirtilmesi gereken iki önemli özelliği vardır: 1) İktidarın kutsallığı anlayışı, 2) iktidarın paylaşılması anlayışı. Birinci özellik iktidarın mutlaklığı düşüncesini pekiştirmekte, ikinci özellik ise bu düşünceyi zayıflatmaktadır.

Modern çağın başına kadar, hemen her coğrafyada, devlet iktidarını “kutsal” kabul eden görüşler yaygın biçimde benimsenmiştir. Devlet otoritesini kullanan yöneticinin kutsal bir varlık veya Tanrı tarafından atandığı/yetkilendirildiği görüşü savunulmuştur. Bu tür inanç ve görüşlerin en önemli sonucu devlet iktidarının mutlak, sınırsız ve sorgulanamaz kılınmasıdır. İktidarın kutsallığı anlayışı Türk olsun olmasın, Avrasya coğrafyasındaki kabile ve siyasal birliklerin animizm ve şamanizm benzeri inançlarında mevcuttur. Zamanla, bu inançlar, bir kutsal varlığın diğerlerinden daha üstün olduğu şeklinde evrilecek ve tek tanrılı inanç sistemine yaklaşacaktır. Göktürklere gelindiğinde, “Tengri” (Gök Tanrı) Türk panteonunun en yüce tanrısı olmuştur. Orhun Yazıtları’nda görüleceği üzere, Tengri en yüce varlık ve tam güç sahibidir. İnançların benzer yöndeki gelişim çizgisi Avrasya coğrafyasında Çin, Hun ve Moğol topluluklarda da gözlenmiştir6 .

Hunlarda olduğu gibi Göktürklerde de, kağanın yönetme yetkisini Gök Tanrı’dan aldığına inanılır. Bu yetkilendirmede kilit kavram, Türkçenin en eski sözcüklerinden biri olan “kut”tur. Kağan veya hükümdar Gök Tanrı tarafından kutla donatıldığı için yönetmektedir. Kut sözcüğü, kaynağı ilahi varlıkta olan soyut-metafizik bir güç olarak farklı tarihlerde ve farklı bağlamlarda değişik anlamlar kazanmıştır. Siyaset ile ilgili kullanıldığında yönetim bilgisi, becerisi ve yetkisi anlamına gelmektedir. İslamiyet öncesinde “kut” Gök Tanrı’dan alınırken, İslamiyet’in kabulünden sonra Allah’tan alınmaktadır7 . Kutadgu Bilig’te, hükümdarın iktidarını savaşarak veya güç kullanarak elde etmediği, Tanrı’nın bir lütfu olarak ona sahip olduğu sürekli vurgulanır: “Bu beyler gücünü Tanrı’dan alır8 . “İsteyip almadın sen bu beylik gücünü, Tanrı verdi fazlıyla, bu belli. Bu beyliği sana lütfederek verdi9 .

Eski Türk siyasi kültüründe, Tanrı’nın kut’u sadece bir sülaleye verdiğine inanılır. Osmanlılar dahil bütün Türk devletlerinde hükümdarlar, bir şekilde bu kutlu hükümran soyla bağlantıları olduğunu ileri sürmüşlerdir10 . Kut’a nail olduğu için hükümdar olan kişi ve yaptığı iş mukaddes hale gelmekte, bir bütün olarak devlet kutsallaştırılmaktadır. Aynı çağda, Hıristiyan coğrafyada da hükümdarın yetkisini Tanrı’dan aldığı kabul edilmekte, hatta daha genel bir ifadeyle “her türlü iktidar Tanrı’dan gelir” anlayışı benimsenmektedir. Ancak Türk düşüncesinde, Tanrıdan alınan kut yetki olmak yanında bir görevdir de: Kağan veya hükümdar halkını iyi yönetmeli, ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Aksi halde yani halk kötü yönetilirse, kut’un Tanrı tarafından geri alındığı kabul edilir ve kağan/hükümdar tahttan uzaklaştırılabilir. Kut’u kaybetme, meşruiyeti kaybetme anlamına gelir. Kutadgu Bilig’te kut ile iyi/adil yönetim arasındaki ilişki defalarca vurgulanır11 . Bu yönüyle, eski Türk siyasal düşüncesindeki mutlak iktidar anlayışının keyfi veya kötü yönetimi desteklemediği göz önünde bulundurulmalıdır.