Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Türkiye’nin Demokrasi Tarihinde Sıkıyönetim Uygulamalarının Yeri ve Sosyo-Politik Etkileri (1877-1946 Arası)

The Place and Socio-Political Impacts of Martial Law in History of Turkish Democracy (1877-1946)

Seydi ÇELİK

Anayasalı sisteme geçtiğimiz 1876’dan günümüze Türkiye’nin sürekli bir olağanüstü hal rejimleriyle yönetilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Nitekim Osmanlı döneminde çıkarılan 1877 tarihli Sıkıyönetim Yasası’ndan günümüze kadar, ülke yönetimleri, tam 127 yıl boyunca sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamalarına başvurmuştur. Anayasal sisteme geçen Osmanlı devletinde sıkıyönetimler, gerek o sırada iktidarda olan İstanbul hükümetinin muhalefeti susturmak için gerekse sonrasında iktidarı ele geçiren muhalif İttihat Terakki’nin yeniden Anayasal düzenin yerleşmesini temin etmek ve yapmak istedikleri reformları hayata geçirilebilmek için kullandıkları hukuki bir aparat durumundadır. Siyaseten kullanışlı bulunan bu hukuki aparat, örneğin I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı gibi olağanüstü dönemlerde varoluş amacına uygun olarak kullanıldığı gibi sonrasında sosyo-politik sorunları çözmekte aciz kalan hükümetlerin sık sık sığındıkları bir liman haline gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri tarafından sıkça kullanılagelen “olağanüstü dönemlerden geçiyoruz” ifadesiyle vücut bulan de-facto uygulamaları da eklersek, olağanüstü uygulamaların, Avrupa tarihine kıyasla emekleme döneminde olan Türk demokrasisinin gelişimi önünde önemli bir engel oluşturduğunun altı çizilmelidir. Tarihsel olarak bakıldığında sıkıyönetimlerin sadece dönemin güvenlik ihtiyacına ilişkin olmadığı, sosyal, siyasal ve ekonomik bazı sonuçların da hedeflendiği görülmektedir. Bu bağlamda makale, Osmanlının son dönemleri ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarını odağına almak suretiyle konuyu irdelemektedir.

Sıkıyönetim, Olağanüstü Hal, Demokrasi, Türk Demokrasi Tarihi.

Permanent state of emergency has been declared frequently in Türkiye from 1876, marking the inception of the constitutional system in the country, until today. In fact, governments of the Republic of Türkiye and the Ottoman Empire have widely invoked to martial laws and state of emergency practices for a long period of 127 years, commencing from the 1877 Martial Law enacted at the time of the Ottoman Empire. Following the adoption of the constitutional system in the Ottoman Empire, Martial laws were used as a legal apparatus both by the Istanbul government to oppress and silence the opposition and also, upon its seizure of the government, by the opposition Committee of Union and Progress (İttihad ve Terakki) to foster the constitutional order that they had established as well as for introducing new reforms. While such laws were properly exercised in line with its purpose to cope with extraordinary circumstances during the First World War and the Independence War of the country, as a legal tool considerably vulnerable to political misuses, they have later turned into a safe haven for governments failing to deal with socio-political problems adequately. It should be highlighted that, along with the de-facto emergency measures, mostly being based on the justification by the governments of the Republic of Türkiye that “we are going through extraordinary circumstances”, martial and emergency laws pose a serious obstacle to the development of the Turkish democracy, which is crawling compared to the European history. When viewed through the lens of the history, it is seen that reliance on martial laws are aimed at not only for security reasons, but also for social, political, and economic motives. In this regard, this Article critically examines the foregoing issues with a specific focus on the latest era of the Ottoman Empire and the early stages of the Republic of Türkiye.

Martial Laws, State of Emergency, Democracy, History of Turkish Democracy.

Giriş

Olağanüstü hal rejimleri, demokratik hukuk devleti esaslarını içeren ulusal anayasaların ve bu anayasalara dayanan kanunların öngördüğü, dolayısıyla hukuk devleti içinde yer alan bir yönetim biçimidir. Demokratik sivil yönetimler, savaş tehlikesinin baş göstermesi veya savaşa girme, iç karışıklık ve ayaklanma gibi devletin ve toplumun güvenliğini sarsan durumlarda, aynı şekilde büyük ekonomik bunalımlar ya da doğal afetlerle karşılaşıldığında mevzuatlarında yer alan olağanüstü yönetim biçimlerine başvurabilmektedir. Sıkıyönetim (Örfi İdare), iç ve dış güvenliği tehlikeye düşüren koşulların ortaya çıkması durumunda temel hak ve özgürlüklerin geçici bir süre için kısıtlandığı ya da kullanılmasının durdurulduğu, kolluk görev ve yetkilerinin sivil makamlardan askeri makamlara geçtiği, bazı suçlar için askeri mahkemelerin görevlendirildiği olağanüstü yönetim biçimidir. Yani sıkıyönetim ilanı ile birlikte bölgedeki askeri güvenlik bürokrasisinin yetkileri olağanüstü artmakta ve hak ve özgürlüklerin kullanımına sınırlandırmalar getirilmektedir. Hukukî sonuçları açısından ülkelere ya da hukuk sistemlerine göre değişiklik gösterse de sıkıyönetimin ayırt edici özelliği, kolluk görev ve yetkilerinin sivil makamlardan askeri makamlara geçmesidir. Eğer sıkıyönetim ülkenin tamamında veya bir kısmında ilan edilmişse, ülkenin tamamının veya bir kısmının askeri otoritenin yönetimine girmesidir. Sıkıyönetim, tanım yerindeyse kuşatma altında bulunan bir kale komutanının, kale halkını kuşatmanın icap ve zaruretlerine uydurmak için onları topyekûn savaşa hazırlamak üzere zorunda kalacağı sıkı ve sert yönetimi ifade etmektedir.1 Ancak bu durum elbette hukuk dışı veya keyfi bir rejimi imlemez, diktatörlük gibi keyfi bir rejim olarak görülemez. Çünkü uygulanan rejim, anayasalarda veya kanunlarda düzenlenmiştir; üstelik olağan olmayıp istisnaidir, belli bir süre ile sınırlanır, hukuk kaideleri ile muayyen hukuki bir rejimdir.2

Ancak demokrasilerde ülkenin karşılaştığı tüm sosyal/siyasal/ekonomik sorunlar sivil siyaset tarafından ele alınır ve çözümlenir. Sivil siyasetin problemlerin çözümü için askeri güvenlik bürokrasisini davet etmesi sivil siyaseti acz içerisinde göstermekte ve demokrasi açısından sakıncalar içermektedir. Bu nedenle yine temel hak ve hürriyetlerin, normal zamanlardaki ölçülerin ötesinde sınırlanması veya durdurulmasının mümkün olduğu ve fakat görev, yetki ve kolluk kuvvetlerinin kullanımının sıkıyönetimden farklı olarak askeri makamlara değil sivil makamlara ait olduğu yeni bir rejim öngörülmüştür. Olağanüstü hâl (OHAL) adı verilen bu yeni rejim, olağanüstü bir yönetim düzeninin gerekli olduğu doğal afet, tehlikeli salgın hastalık, ekonomik bunalım, kamu düzenini tehlike altına sokan yaygın şiddet vakaları gibi durumlarda başvurulacak olan bir uygulamadır. “Ancak sıkıyönetim son derece vahim haller zuhur ettiği zaman ihdas olunabilmeli ve olunduktan sonra da meşruiyeti muhafaza edilebilmelidir”3

Aslında OHAL rejimi, doğal afetlerle sınırlı tutulsa da, 1961 anayasasında da düzenlenmiş idi,4 ancak ilgili kanunu çıkmadığı için uygulama alanı bulamamış, nihayet 1982 anayasası ile birlikte işlev kazanabilmişti. 1982 Anayasası’nın 2017 yılındaki değişikliğe kadar 119-122 maddelerine göre Türkiye’de dört farklı türde olağan dışı yönetim vardır. Bunlar sıkıyönetim, olağanüstü hâl, seferberlik ve savaş hâlidir. Olağanüstü hal rejimleri geniş anlamda istisnai durumlarda devletin varlığını ve pozitif hukuk düzenini korumak amacıyla zaruri her türlü önlemi alabilmesinin ve bunun için hukuk kurallarının dışına çıkabilmesinin meşru zemini sağlayan bir olgudur.5 Olağanüstü hallerde yürütmenin takdir ve düzenleme yetkisi genişler; temel hak ve özgürlükler geçici olarak ve fakat geniş bir kısıtlamaya tabi olabilir. Olağan dönemin borç ilişkilerine dahi etki ederek ödemelerin ertelenebilmesini mümkün kılar. Sürekli hale gelmiş olan bir olağanüstü hal durumunun varlığı halinde istisnalar kural haline gelir; hele 1980 askeri darbesinden sonra olduğu gibi olağanüstü rejim formunun karakteristiklerinin olağan rejimin içine yerleştirilmesi durumunda geçici olma ölçütü de ortadan kalkmış olur;6 rejim kendini mevcut hukuk düzeninin yerine ikame eder ve artık olağanüstü usuller, siyasal örgütlenme şekli olarak kendini anayasa ve kanunun yerine yerleştirir.7

Olağanüstü hal olgusuna hukuki gerekçelendirme yapan Jhering, zaruret hakkı (Notrecht) teorisini geliştirmiştir. Buna göre devlet, zaruret halinde toplumu korumak için yürürlükteki hukuk düzenine bağlı kalmaksızın her türlü önlemi alabilir. Bu durum devlet için bir zaruret hakkı oluşturur ve olağan durumda devleti sınırlamak amacında olan hukuk devleti, toplumun iyiliği için feda edilebilir. Bu hakka dayanarak devlet kendi gücünü sınırlayan hukuk kurallarını askıya almak suretiyle gücüne getirilen sınırlamalardan bağımsız hareket edebilir. Tıpkı bireylerin olduğu gibi devletin de meşru savunma hakkı vardır.8 Alman hukuk felsefesi içinde Hegel ile başlayan ve devleti önceleyen dünya görüşü Jhering, Laband, Fichte ve Schmitt gibi düşünürlerce geliştirilmiş; hukukun devlet tarafından yaratıldığı, devlet çıkarları ve hukuk ilkelerinin çatıştığı durumda hukukun bir yana bırakılıp devletin çıkarlarının üstün tutulması ve kollanması gerektiğine kadar vardırılmıştır. Alman hukuk felsefesinde güçlü bir yeri olan bu düşünce Hitler faşist rejiminin meşruiyet eksenini oluşturacaktır. Görüldüğü gibi bu görüş, devletin bekası olgusu üzerinden kendini kurarak, kolektif ve bireysel hak ve özgürlükleri zamanın ruhuna göre değişen siyasi saiklerin insafına terk etmekte; hukuka uymayan eylem ve işlemlerin de önünü açmaktadır.

Nitekim olağanüstü rejimlerin meşruiyet kaynağı ve sınırları konusunda ortaya atılan bir başka teori olan “siyasi teori” savunucuları, bu meşruiyetin kaynağının zaruret hakkı olamayacağına işaret etmektedirler. Her ne kadar olağanüstü durumların olabileceği ve bu gibi hallerde hükümetlerin normal zamanlarda alamayacağı bazı önlemleri almak yetkisine sahip olması gerektiği noktasında hem fikir olunsa da bu görüş sahipleri, bu yetkilerin, hükümeti ve tüm uygulayıcılarını hukuki sorumluluktan kurtarmayacağını ileri sürerler. Bu dönemde idarenin yaptığı tüm eylem ve işlemlerden hukuki olarak sorumluluğu devam edecektir. Hukuk ilkelerine ve kanunlara aykırı olarak yapılan işlem veya eylemler varsa, buhran geçtikten sonra çıkarılan “ibra kanunları” veya “af” düzenlemeleri ile meşrulaştırılması mümkün olmamalıdır.9 Zaruret hali teorisindeki “böyle durumlarda iktidara sınırsız yetki verilmelidir” paradigması, iktidar sahiplerince kötüye kullanılabilecek ve adeta yasal bir diktatörlüğün önünü açacak potansiyele sahiptir. Bu nedenle olağanüstü hal süresi 6 ayla sınırlı tutulmuştur. Ancak uygulamada süresi bittiği anda yeniden uzatılmak suretiyle keyfiyete kaçılabilmektedir. Bu durumun hukuka bağlı demokratik devlet anlayışı ile bağdaşmayacağı açıktır.

Türkiye anayasal düzeninde OHAL rejiminin sıkıyönetimden farklı uygulama konularına sahip olması dışında asıl öneminin, görev, yetki ve kolluk kuvvetlerinin kullanımının askeri makamlara değil sivil makamlara ait olduğunun altını tekrar çizelim. Nitekim 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu’na göre (m.14), olağanüstü halin uygulanmasında görev ve yetki; olağanüstü hal bir ili kapsıyorsa il valisine, bir bölge valiliğine bağlı birden çok ilde olağanüstü hal ilan edilmesi halinde bölge valisine; birden fazla bölge valisinin görev alanına giren illerde veya bütün yurtta ilan edilmesi halinde koordine ve işbirliği Cumhurbaşkanlığınca (2018 öncesinde Başbakanlıkça) sağlanmak suretiyle bölge valilerine aittir. Bunun yanında olağanüstü hal rejiminde sıkıyönetimden farklı olarak, kolluk yetkileri askeri makamlara geçmeyeceği gibi, bir kısım suçların Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerinde yargılanması da söz konusu olamaz; yargı görevi, normal adliye mahkemelerindedir. Cumhurbaşkanlığı rejimine geçişle birlikte, olağanüstü hal ilanının koordinasyonu, Cumhurbaşkanlığınca veya Cumhurbaşkanının görevlendireceği Cumhurbaşkanı yardımcısı ya da bakanlıkça sağlanmaktadır. Aynı Kanunun geçici maddesine göre de bölge valiliği teşkilatı kurulup, göreve başlayıncaya kadar bu kanunla bölge valilerine verilen görev ve yetkiler, il valilerince yerine getirilir. Nitekim terörle mücadele etmek ve güvenliği sağlamak amacıyla 1987 yılında kurulan Olağanüstü Hâl Bölge Valiliği, Türkiye’nin Olağanüstü hâl uygulanan Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki 8 ilde (ve sonrasında mücavir illerde) göreve başlamış olup kaldırıldığı tarih olan 30 Kasım 2002 tarihine kadar uygulama bulmuştu. Sonuç olarak, aşağıda ayrıntılı açıkladığımız sıkıyönetim uygulamaları ve daha sonra uygulanacak olan Olağanüstü Hal’lerle birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’nin 2002 yılına kadar sürekli bir olağanüstü hal rejimi altında olduğunu görmekteyiz. Buna 1908 sıkıyönetim uygulamalarını ve bu tarihten önce, anayasalı bir rejimde yaşanan II. Abdülhamid’in 33 yıllık istibdat rejimini de eklersek, 1877 yılından beri olağandışı rejimler altında yönetildiğimiz gerçeği ile karşılaşırız. Son olarak FETÖ terör örgütünün 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından, 21 Temmuz 2016’da ilan edilen ve 3 ay aralıklarla 7 kez uzatılan OHAL rejimi ve 2023 Kahramanmaraş merkezli büyük depremin ardından ilan edilen OHAL de dahil edildiğinde 1877-2023 yılları arasında ülke yönetimlerinin sürekli olarak Sıkıyönetim ve Olağanüstü Hal uygulamalarına başvurduklarını görmekteyiz.

Ezcümle, demokratik sivil yönetimlerin, ortaya çıkan problemlerin çözümünde yetersiz kalması veya siyaseten daha elverişli bulması halinde uygulamaya koyduğu bu olağanüstü rejim uygulamaları, devlete ve yürütmeye olağanüstü yetkiler getirmekte, temel hak ve özgürlüklerin önemli ölçülerde sınırlandırılmasını mümkün kılmaktadır. Meşruluğunu ilgili yasalardan aldığı için de hukuk içinde görülmektedir. Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğu’ndan günümüze kadar, olağanüstü yönetim biçimlerinin yasalarca düzenlenen amaçları dışında, bazı sosyo-politik işlevleri de olmuştur. Nitekim oluşturulan olağanüstü yasalar ve olağanüstü kurumlar, devletin toplumu dönüştürme, “ıslah etme”, ve “modernleştirme” gibi sosyal amaçlarının yanında; “rejimi ve devlet otoritesini yerleştirme”, “siyasete ayar verme” gibi siyasi amaçlarına da hizmet etmiştir.

I. Sıkıyönetim: Kuvvetler Ayrılığında Dördüncü Kuvvet Mi?

Tarihte gerileme dönemi olarak adlandırılan Osmanlı Devleti’nin son dönemleri mali krizler ve askeri zafiyetlerle anılır. Yükseliş döneminin üstün ekonomik sistemi olan tımar sisteminin giderek iltizam olarak yozlaşması; ardından Avrupa’daki ekonomik gelişmeleri anlayıp kavrayacak ve ona göre tedbir alacak vizyon sahibi kadrolardan yoksunluk imparatorluğun gerilemesinde etken faktörlerdendir. Bütün bu askeri ve mali sorunlar sadece yabancı ülkelerle olan ilişkilerde bir orantısızlık yaratmakla kalmamış aynı şekilde içeride de sosyal huzursuzlukların artmasına neden olmuştu. Gerek Anadolu’daki celali isyanları olarak anılan Müslüman halkın başlattığı isyanlar, gerekse milliyetçilik akımlarının etkisiyle Osmanlıdan ayrılmak için ayaklanan Rumeli tebaasının isyanları nedeniyle ülkede asayişin temininde güçlükler görülmeye başlanmıştı. Nihayet 1800’lerin başında merkezde en güçlü kara ordusu konumundaki yeniçeri ordusunu kendi elleriyle imha eden Osmanlı devleti, Avrupa karşısında tamamen savunmasız kalmış, kendisini yarı sömürge haline getirecek olan Balta Limanı Antlaşması dayatmasına direnememiştir.

Askeri, sosyal, politik ve yasal düzlemde önemli dönüşümlerin yaşandığı ve Osmanlının ve ardından Türkiye’nin “modernleşme” döneminin başlangıcını imleyen, “Batılılaşma” siyaseti olarak özetlenebilecek bu süreç, aynı zamanda bir “kopuş” durumudur. Bu kopuş, geleneğin son temsilcisi Yeniçeri Ocağının yok edilmesiyle tamamlanmış gibidir. Ocağın kaldırılmasından sonra askeri güvenlik bürokrasisi yeniden düzenlenerek merkeze sıkı sıkıya bağlanmış10 ve arkasından yeni “açılımlar” gelmiştir. 1839 Gülhane Hattı Hümayunu,11 1856 Islahat Fermanı12 gibi hukuk belgelerinin uygulamaya sokulduğu Tanzimat açılımları bunlardandır. İlginçtir ki bu açılımlar Osmanlının ekonomik liberalleşmesine (bağımlılığına/bir başka ifadeyle sömürge haline dönüşmesine) neden olan ticari antlaşmalarla paralel yürümektedir. 1839 Gülhane Hattı Hümayunu 1838 Ticaret Antlaşması’nın arkasından, 1856 Islahat Fermanı 1854 tarihli ilk borçlanmanın ve 1878 Berlin Antlaşması’nda metne koyulan reform vaatleri de 1875 tarihli iflasın ardından ilan edilmiştir. Osmanlının çöküşünü hazırlayan bu antlaşmalar, ciddi hiçbir engelle karşılaşmadan, Yerasimos’un ifadesiyle “batılı güçlerin reform paravanası altında kendini açığa vuran vesayetinin ağırlığını gitgide” artıracak ve kendi uyruklarıyla, Rum ve Ermeni simsarlarına daha geniş bir hareket alanı ve gitgide artan bir müdahale imkânı kazandıracaktır.13

Bu gelişmeler batılı emperyal devletlerin Osmanlı devleti üzerine çeşitli müdahalelerinin önünü açmıştır. Görüleceği üzere bu müdahaleler sadece ekonomik alanda değil, Osmanlı tebaası durumundaki Hristiyan unsurlar üzerinden çeşitli sosyal/siyasal talepleri de içermektedir. Diğer yandan bütün bu gelişmelerin ortaya çıkardığı etki-tepki sonucu Osmanlı devletinde de ilk kez iktidarı sınırlandıran belgeler ortaya çıkmış oldu. Bu ana kadar Osmanlı devletinde geleneksel iktidar anlayışı, ekonomik toplumsal ve siyasal süreçleri denetim altında tutan sultanın temsil ettiği iktidara bağlı monolitik bir toplumsal yapı öngörmekteydi. Oysa artık gayrimüslimler üzerinden de olsa sultanın iktidarına, ilk kez bazı kayıtlamalar getiriliyor ve bu hukuki belgeler, anayasalı bir rejime geçme fikrinin en önemli temel pratiklerini oluşturuyordu. Osmanlı aydınını Meşrutiyet fikrine götürecek olan yolun ilk taşlarını bu belgeler döşemiştir denebilir.

1876 tarihinde I. Meşrutiyet rejiminin ilanı ve çıkarılan yeni anayasa (Kanun-i Esasi) ile yepyeni bir döneme girilmiştir. Meşrutiyet dönemi, iktidarın halkın temsilcileri eliyle halkla paylaşılabileceği yönündeki en genel kabullenmenin oluştuğu bir dönemdir. İşte konumuzu oluşturan sıkıyönetim yasası da bu dönemde çıkarılmıştır. Bu nedenle Türkiye’nin yasal sıkıyönetim tarihi 1876 tarihli Kanun-i Esasi’ye dayanarak çıkarılan 1877 tarihli sıkıyönetim yasası (İdare-i Örfi) ile başlar.14 Bu yasayla Devlet ilk kez, olağan ve olağanüstü rejim ayrımını kurumsallaştırmıştır.15 Bu nedenle bu bölümde yapılacak olan tartışmalar bu yasadan sonrasını kapsayacaktır.

Gerçekten de 1876 Kanun-i Esasisi md.113, ülkenin herhangi bir yerinde bir ihtilalin meydana geleceğine dair emarelerin görülmesi halinde, hükümete sıkıyönetim ilan etme ve uygulama yetkisi vermekteydi.16 Bu maddeye istinaden çıkarılan sıkıyönetim yasasına göre, sivil hükümetin yetkileri Askeri İdareye geçecek (md.3) ve Askeri İdare, sıkıyönetim bölgesindeki her türlü cemiyeti men etme yetkisine sahip olacaktır.17 Ancak bu anayasalı rejim uzun sürmedi. Dönemin padişahı II. Abdülhamid’in kısa bir süre sonra aldığı Meclisi fesih kararı ile anayasa askıya alındı. 1908 devrimiyle tekrar anayasal sisteme geri dönülene kadar olan dönemde, tarihe “istibdat dönemi” olarak geçen fiili sıkıyönetim dönemi başladı.

Demokratik hiçbir kurumun hayata geçirilememiş olması ve zaten sivil toplum örgütlerinin neredeyse yokluğu nedeniyle baskı ve kontrolün yoğun bir biçimde hissedildiği bu fiili sıkıyönetim rejimi, 1908 yılında halkın yollara dökülmesiyle son bulmuştu. Bu devrimin örgütleyicisi konumundaki İttihat ve Terakki partisi ile Jön Türkler tarafından İmparatorluğun dağılmasının sebebi olarak görülen II. Abdülhamid, 23 Temmuz 1908’de ikinci Meşruiyeti ilan etmek zorunda kaldı. Abdülhamit rejimini yıkan örgütler, temel amaçlarını, imparatorluğun bütünlüğünü korumak ve medeni bir toplum yaratmak üzere modernleşmesini sağlamak şeklinde özetliyorlardı. Amaçlanan toplumsal ilerlemenin gerçekleşebilmesi ve yeni bir toplum oluşturulabilmesi için eğitim başta olmak üzere devletin elindeki tüm aygıtları bunun gerçeklemesine özgülemek gerekiyordu. Çok gerilerden takip edilmekte olan “muasır medeniyet seviyesini” bir an önce yakalayabilmek adına yapılacak sosyo-politik dönüşümlerin, Fransız Jakoben hareketine benzer bir şekilde yukarıdan aşağıya uygulanması zorunlu görülüyordu. İşte dikey bir yönde uygulanacak olan ve dolayısıyla sancılı olacağı öngörülen bu dönüşüm sürecinde sıkıyönetim, başarıya giden yolda kilit bir fonksiyon icra edecekti.

1908 devriminin uygulayıcıları amaçlarına ulaşabilmek için her ne kadar baskıcı bir yönetim anlayışını benimseseler de devrimin yarattığı özgürlük zemini, toplumun birçok kesiminin yönetime katılabilmesinin de önünü açmış oldu. Örneğin Osmanlı toplumunda dernek kurma hak ve özgürlüğü, 1908 devrimiyle birlikte gündeme gelen siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel dönüşümlerden sadece biriydi. Toplum, II. Meşrutiyet’in “özgürlük, adalet, eşitlik” sloganları eşliğinde ilanının ardından oluşan özgürlük ortamında ilk kez merkezi iktidarın dışında örgütlenebilmeyi deneyimlemek istiyor, bu uğurda ülkenin dört bir yanında birçok dernek ve kulüp kuruluyordu. Daha önce çeşitli baskı aygıtları ve muhbir ağlarıyla zapturapt altına alınmış olan sosyo-politik ortam, “hürriyetin ilanı” ile birlikte canlanmıştı. Bu özgürlükçü ortamdan sendikal hareketler de olumlu etkilenmişti. Hem nicelik hem de nitelik açısından büyük bir sıçrama yapan sendikal hareket geniş işçi kesimlerine ulaşarak onları örgütlemeye başlamıştı. İşçiler, meşrutiyet rejiminin kendi refah seviyelerini de yükselteceği ümidine kapılmışlar ve çalışma şartları ve ücretlerinin iyileştirilmesi için birçok işkolunda on binlerce işçinin katıldığı grevler gerçekleştirmişlerdi. Ancak sosyal alandaki bu hızlı gelişmeler devlet elitlerini endişelendirmekte gecikmeyecekti. Nihayet “özgürlükçü” yeni müesses nizam, devrimden bir yıl sonra, tarihe 31 Mart Olayı olarak geçen gerici kalkışmanın ardından ilan ettiği sıkıyönetim ile bu gelişmeleri de kontrol altında tutma imkânına kavuşacaktı. Gerçekten de İstanbul’daki mevcut ordunun Meşrutiyet karşıtı bu gerici kalkışmayı engelleyememesi üzerine Rumeli’den yola çıkan Hareket Ordusu İstanbul’a gelmiş, kalkışmayı bastırmış ve bu ayaklanmanın sorumlularını cezalandırmak üzere 25 Nisan 1909’da bir sıkıyönetim ilan etmişti. Bu sıkıyönetim, anayasalı sisteme geçiş yılı olan 1876’dan 1908’e kadar yaşanan de-facto sıkıyönetim rejiminden sonra, Osmanlı/Türk anayasal sisteminin ilk de-jure sıkıyönetimi olmuştur. Türk demokrasi hayatının sıkıyönetim tarihini başlatan bu süreç, iktidarı elinde tutan güçlere, ülkedeki bütün sosyo-politik gelişmeleri kontrol altında tutma ve yönlendirme imkânı sunan sıkıyönetim aparatını tanıtması bakımından önemlidir.

Üstelik bu ilk sıkıyönetim ilanının hukuki niteliği de tartışmalıdır. Şöyle ki; bilindiği üzere 31 Mart kalkışması sonrasında bu kalkışma Hareket Ordusu tarafından bastırılmış ve sıkıyönetim, şehre hâkim olan Hareket Ordusu tarafından Dersaadet Jandarma ve Polis Müfettiş-i Umumiliği’ne atanan Miralay Galip tarafından ilan edilmişti. Oysa dönemin anayasası olan Kanun-i Esasi’ye göre sıkıyönetim ilanı ancak Heyet-i Vükela (Bakanlar Kurulu) kararıyla ve padişahın iradesiyle mümkün olabilirdi. İstanbul, Çatalca ve İzmit’i kapsayacak şekilde ilan edilen bu sıkıyönetimin hükümet yerine bir komutan tarafından ilan edilmiş olması hükümet için ciddi bir zafiyet göstergesiydi. Bu sıkıntılı durumu aşmak üzere hükümet üyesi Tevfik Paşa sıkıyönetim kararını derhal bir teklif olarak hazırlayıp, Heyet-i Vükela’nın onayından geçirmiş ve bu haliyle saraya göndererek meşruiyet kazanmasını sağlamıştır.18

Nihayet yönetimi ele alan devrim yanlıları ilan edilen sıkıyönetim aracılığıyla siyasal, sosyal, dinî ve kültürel politikalara yönelik yasal düzenlemeleri art arda çıkarmış, böylelikle devleti özellikle mülkî, adlî ve askerî örgütlenmesinde yer tutan eski dönem bakiyelerinden temizleme olanağı elde etmişlerdi. Örneğin eski döneme askeri örgütlenmedeki dağınıklık, çok başlılık19 ve askeri bürokrasinin siyaset alanının fazlasıyla içinde olması, huzursuzluk kaynağıydı. Özellikle 1877 Osmanlı-Rus Harbinden sonra kurulan padişaha bağlı bir Genelkurmayın (Erkan-ı Harbiye Dairesi) varlığına rağmen Sultan Abdülhamit’in Maiyet-i Seniye Erkân-ı Harbiye adıyla tamamen kendisine bağlı yeni bir Genelkurmay oluşturması bu karmaşanın ve huzursuzluğun en önemli nedenlerinden idi. Bu durumu düzeltmek ve askeri alana ait yetkilerin tek elde toplanarak merkezileşmesini sağlamak, kurmay okullarında yetişmiş okullu askerlerin amacı haline gelmişti. Böylelikle sadece yetki karmaşasının ortadan kalkmasıyla elde edilecek verimliliğin yanında, iktidardakilerin askeri alana yaptıkları siyasi müdahalelerin önüne geçmek de mümkün olabilecekti. Bunu sağlamanın en iyi yolunun Genelkurmayın özerk hale gelmesinden geçtiği düşünülüyordu. Rütbesi yükseltilen Enver Paşa, ordudaki merkezileşmeyi sağlamak için otoritenin tek elde toplanmasını çözüm olarak gördü. Bu yüzden hem Harbiye Nezareti’nin hem de Erkan-ı Harbiye Umumiye Riyaseti’nin başkanlığını üstüne aldı.20 General atamalarının yapıldığı yer olan Askeri Şurayı da bu nedenle kaldıracaktı. Ancak Padişah Genelkurmayına dokunmamıştı. Özerkleşme yolundaki bu gelişmeler yeni askerlik usullerine göre yetiştirilmiş olan kurmay subayları tatmin etmeye yetmemişti. Üstelik askerlerin bir diğer isteği olan siyasetin müdahalelerinden uzak durmak ihtiyacını da karşılamıyordu; tam tersine asker bizatihi siyasetin içerisinde tanzim edici bir role bürünmüştü. Bu durum asker-sivil ilişkilerinde günümüze kadar gelen gerilim açılarının oluşmasına neden olacaktı.

Nihayet askerin özerkleşmesine yönelik bu imkân 1909 sıkıyönetimi ile elde edildi. Nitekim Padişah Genelkurmayı olarak bilinen Maiyeti Seniyye Erkan-ı Harbiyesi kaldırılarak, eski Erkan-ı Harbiye Dairesi, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Dairesi (Genelkurmay) adıyla yeniden düzenlenmiş ve geniş yetkilerle donatılmıştı.21 Ayrıca yetki karmaşasına yol açan Tophane-i Amire Bakanlığı da kaldırılarak görev ve yetkileri Harbiye Nazırlığına (Savunma Bakanlığı) devredilmişti. Bunun yanında, merkezileşmeyi sağlamak üzere orduyu kontrol altında tutacak diğer tedbirler de öngörülmüş, ordu kurmay sınıfını gençleştirecek olan büyük bir tasfiye hareketine girişilmişti. Bu amaca özgülenmiş, 2 Temmuz 1909’da “Tahdid-i Sinn Kanunu”, 7 Ağustos 1909’da “Tasfiye-i Rüteb-i Askeriye Kanunu”, 24 Ağustos 1909’da ise “Askeri Tekaüd ve İstifa Kanunu” gibi düzenlemeler bu sıkıyönetim (Örfi İdare) sayesinde yapılabilmişti.22

Elbette istibdadın karşısına konulan hürriyet de mutlak bir hürriyet anlamına gelmemekteydi. Nitekim 25 Nisan 1909’da ilan edilen sıkıyönetim ile sadece 1908 devrimine karşı olan hareketler değil aynı zamanda bu devrimle birlikte patlama yaşayan sosyal uyanış da “baskı” ve “kontrol” altına alınmak istenmiştir. Örneğin ilk olarak kamuya yönelik hizmet veren yabancı sermayeli işletmelerde sendika kurulması tamamen yasaklanmış, grev haklarına ise önemli sınırlamalar getirilmiştir.23 İttihat ve Terakki’nin kontrolündeki Meclis, sıkıyönetim ortamından yararlanarak 9 Ağustos 1909 tarihinde ağır yasaklar içeren Tatil-i Eşgal Kanunu’nu (Grev Yasası) çıkaracaktır.24 Kısa süre sonra sıkıyönetim II. Meşrutiyet rejiminin mütemmim cüzü haline gelmiş; sadece çeşitli güvenlik endişelerinin giderilmesi için değil, İttihat Terakki’nin amaçladığı anayasal düzenin yerleşmesi ve getirmek istediği yeni ekonomik ve siyasi düzenlemelerin hayata geçirilebilmesi için de bir araca dönüşmüştür. Tatil-i Eşgal Kanunu kapitalist üretim ilişkilerinin aksamamasını sağlamaya yönelikken25 sıkıyönetim, daha geniş ölçekli sosyo-politik bir aygıt olarak kullanılmıştır. Nitekim İttihat ve Terakki Partisi, sıkıyönetim aygıtını, ilan ettiği yıl olan 1909’dan I. Dünya savaşını da kapsayacak şekilde 1918’e kadar yürürlükte tutmuştur. Hatta I. Dünya Savaşı’na girilirken seferberlikle beraber bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. Tatil-i Eşgal Kanunu ise Cumhuriyet dönemine de sarkarak 1936 yılında çıkarılan İş Kanununa kadar yürürlükte kalacaktır. Bu konuda Osmanlı ile Cumhuriyet dönemi arasında bir sürekliliğin olduğunu söylemek yanlış olmaz. Osmanlı döneminde askerin idaresi altında adeta Askeri Meşrutiyete dönüşen rejim cumhuriyet döneminde bütün sivilleşme çabalarına rağmen adeta Sıkıyönetim Cumhuriyeti haline gelecektir.

İşçi örgütlenmesi olarak sendikaların faaliyetlerine getirilen engel yanında patlama yaşayan derneklerin de yeniden organizasyonunu sağlamak üzere 1909 tarihinde Cemiyetler Kanunu (Dernekler Yasası) çıkarılmıştır. Her ne kadar bu düzenlemelerin ana motivasyonu devrimin “hürriyet” atmosferine uygun olarak demokrasi rejiminin önemli temel taşlarından olan “sivil toplum” örgütlerinin anayasal ve yasal güvencelere kavuşturulması olmuşsa da bir yanıyla da bu alanı düzene koyma ve kontrol etme saikiyle de hareket edildiği anlaşılmaktadır. Gerçekten de Cemiyetler Kanunu, demokratik bir yaklaşımla, önceden izin almaksızın dernek kurma hakkını tanımıştır. Hatta 21 Ağustos 1909 tarihli bir yasayla Kanun-i Esasi’ye bir madde eklenerek, dernek kurma hak ve özgürlüğü anayasal güvenceye de kavuşturulmuştur. Ancak diğer yandan sendikal alana getirilen yasağı aşmak üzere işçilerin dernek biçiminde örgütlenmeye başlamaları üzerine, gerek kurulması yasak derneklerin kapsamı genişletilerek gerekse kolluk güçlerine dernekler üzerinde geniş bir denetim yetkisi vererek alanı kontrol etmek amaçlanmıştır. Özellikle işçi hareketi denetim altında tutulmak istenmiştir.26 Tatil-i Eşgal Kanunu gibi Cemiyetler Kanunu da Cumhuriyet dönemine sarkmış; 1938 yılında çıkarılan yeni Cemiyetler Kanununa kadar bazı değişikliklerle yürürlükte kalmıştır.

Osmanlının son zamanları ve Cumhuriyetin ilk yılları gerçekten olağanüstü yıllardır ve bu nedenle bu sıkıyönetim rejimlerine başvurulması rasyonel bir tutum olarak görülebilir. Ortada dört bir tarafı yabancı devletlerin orduları tarafından işgale uğramış bir ülke vardır ve işgal edilmiş İstanbul’da aciz durumdaki Osmanlı hükümeti esir durumdadır. Gerçekten sıkıyönetim rejimi tam da böylesi dönemler için kurgulanmış hukuk içinde yer alan bir rejimdir. Burada altını çizmeye çalıştığımız konu yukarıda da değindiğimiz gibi bu olağanüstü rejim uygulamalarının istisnai olmaktan çıkıp giderek olağan hale gelmiş olmasıdır. Cumhuriyeti inşa edecek kadrolar, içinde bulunulan olağanüstü savaş şartları içinde yetiştikleri için önceliği “devletin bekası” olgusuna vermişlerdir. “Devletin bekası” olgusu günümüze kadar kullanılacak olan en önemli iktidar aparatı olarak iş görmüştür. Bu olgu Osmanlının son dönemlerinin dış güvenlik kaygılarıyla beslenmiş; eski rejimin yıkılıp yerine Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte bu yeni rejimin iç güvenlik kaygılarına dönüşmüş; nihayet Avrupa’da sertleşen siyasi atmosferin etkisiyle yeni Türkiye’ye yeniden yönelmiş/yönelecek dış güvenlik kaygılarıyla semirmiş; çok partili rejime geçildikten sonra da toplumsal muhalefeti susturmak için kullanışlı bulunarak günümüze kadar yeniden ve yeniden üretilmiştir. Türkiye’nin, dış güvenlik kaygılarıyla şekillenen “milli savunma” konseptinden, iç güvenlik kaygılarını imleyen “milli güvenlik” anlayışına geçiş yapmasıyla birlikte, olağanüstünün olağanlaştığı bir döneme girilmiştir. Özellikle seksenli yıllardan itibaren sıkıyönetimler, tamamen siyasi iktidarın politik tercihlerinin pratikleri haline dönüşme eğilimine girecektir.27

II. Cumhuriyetin Kuruluş Yıllarında Sıkıyönetim

Cumhuriyet kadroları için sıkıyönetim, önceleri, içinde bulunulan olağanüstü savaş şartları altında verilen bağımsızlık savaşının kazanılmasında gerekli bir araç olmuştur. Nitekim I. Dünya Savaşı yıllarından beri uygulanmakta olan sıkıyönetim (seferberlik) Kurtuluş dönemi boyunca da sürdürülmüştü.28 Nihayet savaşların sona ermesi ve Cumhuriyetin ilanından sonra durum değişmiş ve uygulanan sıkıyönetimler, asayişle birlikte rejimin korunması ve yerleşmesine yönelmiştir. Bütün bu asayiş ve güvenlik kaygıları, yeni devletin öngördüğü, toplumu dönüştürme, “ıslah etme”, “rejimi ve devlet otoritesini yerleştirme” ve “modernleştirme” amaçlarıyla bir araya gelince, Sıkıyönetimlerin yanında olağanüstü şartların ürünü olan olağanüstü kurumlar ve olağanüstü yasalar gibi birçok olağanüstü tedbiri de beraberinde gelmiştir. 29 Nisan 1920 tarih ve 2 sayılı Hıyanet-i Vataniye Kanunu, 5 Eylül 1921 tarih ve 144 sayılı, Mustafa Kemal Paşa’ya geçici bir süre için olağanüstü yetkiler tanıyan Başkomutanlık Kanunu, 31 Temmuz 1922 tarih ve 249 sayılı İstiklal Mahkemeleri Kanunu bunların en çarpıcı olanlarıdır. Türkiye, Genelkurmay Başkanının, Bakanlar Kurulu içinde bir bakan olarak yer aldığı bir dönem yaşamıştır.29 Yine Ulusal Yükümlülükler ya da Ulusal Vergiler olarak çevrilebilecek olan Tekâlif-i Milliye emirleri, bu olağanüstü savaş şartları altında çıkarılmış bir yasanın hükümleridir. Türk Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktalarından olan Sakarya Meydan Muharebesi öncesi ordunun ihtiyacını karşılamak ve Sakarya Savaşı’na hazırlanmak için Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın kanunla kendisine verilen yetkiyi kullanarak yayınladığı emirlerden oluşmaktadır. Bütün bu pratiklerin hayata geçirilmesi sıkıyönetim rejimleriyle paralel yürümüştür.30

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde başlayan tüm bu düzenlemeleri yapanların daha sonra Cumhuriyet dönemi aydın-bürokrat kadrolarını oluşturduklarına; hatta o dönemde yapılan yasal düzenlemelerin pek çoğunun aynı zamanda Cumhuriyet dönemi mevzuatını oluşturduğuna bakarak, Osmanlının son günleri ile Cumhuriyet dönemi arasında, bir sürekliliğin olduğunu söylemek mümkün görünmektedir. İkisi de “Anayasayı”, dolayısıyla “Halk İradesini” ilan etmek üzere yola çıkan iki hareket (İttihat ve Terakki Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi), ele geçirdikleri iktidarı önceleri muhalif ve potansiyel iktidar odaklarıyla paylaşmayı bilmiş, sonrasında kendi modernleştirme programını uygulamak üzere tasfiye hareketlerine yönelmiştir. Savaş sonrasında ise sıkıyönetim, asayişin sağlanmasında, yapılacak ıslahat ve devrimlerin hayata geçirilmesinde, bunlara karşı girişilen karşı devrim hareketlerinin kontrol altına alınması, ayrılıkçı hareketlerin bastırılması ve gerek mecliste gerekse basındaki muhaliflerin susturulmasında etkili bir silah olarak kullanılmıştır. 15 Mayıs 1909 tarihinde sıkıyönetim bölgesinde görev yapmak ve devletin iç ve dış güvenliğini tehdit eden suçlara bakmak üzere kurulan, ancak uygulamada hemen bütün suçlara bakan divan-ı harpler, Cumhuriyet döneminde de sıkıyönetim mahkemesi olarak işlev görmeye devam etmiştir.

Olağanüstü dönemler olağanüstü kurumlara ihtiyaç duyabilir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Osmanlıdan kalma olağanüstü mevzuat ve kurumlar devam ettirildiği gibi dönemin yeni şartlarına uygun yeni kurumlar da ihdas edilmiştir. Söz konusu bütün kurumlar, sürekli olarak yeni durumlara uyarlanmakta ve kapsamı sürekli değişmektedir. Örneğin kurtuluş döneminde kurulan İstiklal Mahkemelerinin kuruluş amacı kurtuluş savaşı dönemindeki asker firarilerini engellemekti; ancak, cumhuriyet rejiminin kuruluşunu kapsayan ilerleyen dönemlerde başka bir misyon yüklenmiş, yeni rejimin korunması, yerleşmesi ve gerçekleştirilen reformların benimsetilmesi konusunda da önemli bir araç-kurum işlevi de görmüştür. Oysa bu Mahkemeler geçici bir süre için kurulmuştu ve kuruluş gayesine paralel olarak kurtuluş savaşının kazanılmasında çok önemli bir işlev görmüştü. Nitekim savaşın sona ermesiyle misyonunu tamamlamış ve 1 Ağustos 1922’de faaliyetleri sona ermişti. Ancak cumhuriyetin öngördüğü reformlara, özellikle Meclis’in 1924 yılında hilafet makamının yetkilerini kendi uhdesine almasına yönelik olarak toplumun bazı kesimlerinin verdiği karşı tepkiler, İstiklal Mahkemelerini yeni bir misyonla geri getirecekti. 1925 yılında ülkenin doğu bölgelerini kapsayan ve tarihe Şeyh Sait İsyanı olarak geçen gerici bir ayaklanmanın meydana gelmesi bardağı taşıran son damla gibiydi. Hükümet ilk önlem olarak derhal bölgede sıkıyönetim ilan etti.31 Bu toplumsal ayaklanmadan ürken Meclis, 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükûn Kanunu’nu32 kabul etti. Meclis aynı gün, iki İstiklal Mahkemesinin kurulmasına dair hükümet tasarısını da onaylamıştı. Biri isyan bölgesinde diğeri Ankara’da olmak üzere kurulan bu mahkemelerden Ankara’da kurulan Mahkemenin yetkisi isyan bölgesi dışındaki yerlerde işlenecek siyasi ve adi suçları da kapsayacaktı. İsyan bölgesinde bir mahkemenin kurulmasını doğal karşılayan meclisteki muhalifler, Ankara’da da bir mahkemenin kurulmasını ihtiyatla karşılayarak yeni girdikleri partileşme sürecini askıya almışlardı.33 Bu olağanüstü düzenlemelere 3 Mayıs 1925’te 1846 sayılı Kararnameyle kabul edilen ve doğudaki Sıkıyönetim bölgesindeki gazete, risale ve mektupların sansür edileceğini düzenleyen Sansür Talimatnamesi’ni de eklemek gerekir.34 Ülkede asayişi sağlamak ve çıkan isyanı bastırmak üzere alınmış olan bütün bu tedbirler, gerçekleşecek yeni reformlara yönelik olası bir toplumsal muhalefeti önleme ve basın yayın organları dâhil olmak üzere muhalif kesimleri denetim altında tutabilme aracı olarak da işlev görebilecekti.35 Çünkü Takrir-i Sükûn Kanunu Hükümete, irtica eylemlerini, isyan teşebbüslerini, memleketin sosyal düzenini, huzur ve sükûnunu, emniyet ve asayişini ihlale yönelen her türlü teşkilat, tahrik, teşvik, teşebbüs ve yayını, Cumhurbaşkanının onayıyla yasaklama yetkisi vermişti. Bu yetkilerin yanında Hükümet, kovuşturduğu sanıkları istiklal mahkemesine yollayabilecekti.

Bu gelişmeler yaşanırken, 20 Nisan 1924’te yeni bir Anayasa kabul edilmiş ve 86. maddesiyle sıkıyönetimin yeni bir tanımı yapılmıştı.36 Böylece Cumhuriyet döneminin ilk Anayasasında yer bulan bu düzenlemeyle, “olağan rejim-olağanüstü rejim” düalizmi Cumhuriyet dönemi için de kurumsallaşmış oldu. Nitekim Cumhuriyet rejiminin öngördüğü reformlar (laiklik, kılık kıyafet değişiklikleri, tekke-zaviye ve türbelerin kapatılması vs.), sıkıyönetim başta olmak üzere, bu olağanüstü yasal düzenlemelerin olduğu dönemde yapılmıştı.

Bu sıkıyönetim kurum ve uygulamalarının toplumsal muhalefetin ve örgütlenmelerin üzerinde önemli derecede olumsuz etkileri olduğunun bir kez daha altını çizmek gerekir. Sıkıyönetim her ne kadar kanuna dayalı bir yönetim ise de, ülkenin her yerinde haberleşmeye varana kadar bütün ekonomik gelişmelere olumsuz etkilerde bulunmakta ve çalışma alanında sınırlamaları beraberinde getirmektedir. Sosyal hayatı baskı altına alacak olan bu rejimde yurttaşlar da büyük sıkıntılar yaşayacaktır. Bu sıkıyönetim ikliminde örneğin ülkenin çeşitli yerlerinde ve özellikle İstanbul’da canlanmış bulunan işçi hareketleri ve bu hareketlerle organik ilişki içinde bulunan sol hareket bastırılmış, kapatılmış ya da iktidara güdümlü hale getirilmiştir.

Yukarıda Osmanlıdaki Cemiyetler Kanunu’na ve bu Kanun’un düzenlediği hakların anayasal güvenceye alındığına değinmiştik. Benzer anayasal güvence, 1924 Anayasası’nda da getirilmiş bulunuyordu. Nitekim sendika, grev ve toplu pazarlık gibi haklara yer verilmemiş olmasına rağmen, Anayasa’daki çalışma, mülk edinme, toplanma, dernek ve ortaklıklar kurabilme özgürlüklerine dayanılarak sanayi bölgelerinde pek çok işçi örgütü faaliyete geçmişti. Osmanlı bakiyesi işçi örgütleri de daha rahat örgütlenme ve isteklerini dile getirme ortamına kavuşmuşlardı. Çeşitli sol örgütler, yayınları ve faaliyetleriyle bu gelişen işçi hareketini ve hatta ortaya çıkan grevleri desteklemeye başlamışlardı. İşte bu sosyal gelişmeleri kontrol altına altında tutabilmek adına Cemiyetler Kanunu işletilmiş ve bu kanuna dayanarak bütün muhalif sol yayınlar kapatılmış, yöneticileri tutuklanmış ve “komünist teşkilat kurmak ve propaganda yapmak suretiyle iç güvenliği bozmak” suçlamasıyla İstiklal Mahkemesinde yargılanarak ağır cezalara çarptırılmışlardı.37 Bazı illerde düşük ücret ve çalışma koşullarından duydukları rahatsızlık nedeniyle greve çıkan telgraf işçileri dahi İstiklal Mahkemesine gönderilmişti.

Kurulduğu andan itibaren içerisinde cumhuriyet devrimlerine karşı olan irticai örgütlerin de olduğu toplumsal muhalefetin çeşitli kesimlerinden yoğun ilgi görmeye başlayan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TPCF), 1925 yılında Ankara İstiklal Mahkemesinin teklifiyle Bakanlar Kurulu (İcra Vekilleri Heyeti) kararıyla kapatıldı. TPCF, yaygın olarak Türkiye’nin demokrasi tarihinin ilk muhalefet partisi olarak bilinse de daha önce kurulmuş olan ve partileşmeye gitmiş bazı sol gruplardan örneğin Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası (THİF) da 1922 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile kapatılmıştı. Ayrıca 1925 yılında Takrir-i Sükûn Kanunu çerçevesinde Tevhidi Efkâr, Son Telgraf, İstiklâl, Kahkaha, Tok Söz, Sebilürreşad, Aydınlık, Orakçekiç, Yoldaş gibi gazete ve dergiler de kapatıldı. Şeyh Sait İsyanı 1 ay gibi kısa bir sürede bastırılmış olmasına karşın bu nedenle ilan edilmiş olan sıkıyönetim önce 1 ay, sonra 7 ay ve ardından iki yıl daha uzatılarak 1927 yılına kadar devam etmiştir. Üstelik bütün bu uzatmalar sırasında konu Mecliste tartışılmamış, hükümet tezkeresi oya sunularak kabul edilmiştir.38Takrir-i Sükûn Kanunu, muhafazakâr, liberal ya da ilerici ayrımı yapmaksızın, resmî ideolojinin dışındaki tüm siyasal örgütlenmelerle birlikte, muhalif basını ve kitle örgütlerini de kapatmıştı. Halkın yönetime katılımını önceleyen Halkçılık kavramını temel ilkelerinden biri haline getirecek olan bir parti, bu uygulamalarıyla halkın yönetime katılım kanallarını tıkamaktaydı. Burada altı çizilmesi gereken konu muhalif kesimin yasa dışına çıkan uygulamalarına karşı olağan hukuk içerisinde de birçok müdahale aparatı ve yetkisi bulunuyorken, sıkıyönetim aparatının tercih edilmesidir. Bu tercih, o bölgedeki mülki amirlerin yetkisinin ve gücünün sorunun çözümü için yeterli olup olmadığına bakılmaksızın yapılıyor gibiydi. Örneğin şapka kanununa39 tepki gösterilmesinden dolayı Erzurum’da 1 ay süreyle derhal sıkıyönetim ilan edilmiş40 ve sıkıyönetim mahkemesi olarak görev yapmak üzere Divanı Harbi Örfi kurulmuştur. Ankara’daki hariç, bu mahkemelerin verdiği ölüm cezalarını TBMM’ye onaylatmaksızın infaz edebilme yetkisi bulunmaktaydı. Olağan mahkemeler dahi olağanüstü olanla yer değiştirmekteydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasi tarihinde tersten okumayla olağanüstünün olağanlaştırıldığına tanıklık edilmekteydi. TBMM tatile girerken yapılan bir düzenlemeyle, Ankara İstiklal Mahkemesine de ölüm cezalarını TBMM’ye onaylatmaksızın infaz edebilme yetkisi verilecektir.41 Daha sonra Menemen’de yaşanan Kubilay olayı nedeniyle 1 Ocak 1931 yılından itibaren sıkıyönetim yaygınlaştırılarak Menemen, Manisa ve Balıkesir’i de kapsar hale getirilmiştir.42 Hükümet, sıkıyönetimin gerekçesi olarak, davanın hızlı bir şekilde sonuçlandırılması ve olayı meydana getiren gizli tertibin daha çabuk ortaya çıkarılması olarak sunmuştu.43

Nihayet, 1920 yılından itibaren uygulanan sıkıyönetimli günler 8 Mart 1931’a kadar sürmüş, bu tarihte son bulmuştu. Bu durum cumhuriyetin Kurtuluş ve Kuruluş dönemlerinde yaşanan olağanüstülüklerin artık geride kaldığının da bir göstergesi gibidir. Nitekim 1940 tarihinde Osmanlıdan kalma eskimiş sıkıyönetim yasası kaldırılarak yerine yeni bir sıkıyönetim yasası ilan edilmiştir.44 Takriri Sükûn Kanunu hariç kendinden önceki tüm kanun ve kararnameleri yürürlükten kaldıran bu yeni yasa, sıkıyönetim ilan edilen bölgede idareyi ele alan askeri güvenlik bürokrasisinin yetkilerini daraltmakta, temel hakların korunmasına yönelik güvenceler içermekteydi.45

1937 yılında ortaya çıkan ve tarihe Dersim İsyanı olarak geçen Tunceli bölgesi olaylarında, olayın ciddiyetine rağmen sıkıyönetim ilan edilmemiştir. Onun yerine askeri ve mülki yetkilerle donatılan bir Umumi Müfettişlik kurulması yoluna gidilmiştir. Her ne kadar çözüm olarak yine bir olağanüstü kurumun oluşturulması yoluna gidilmişse de idareyi askere devretmek yerine sivil siyasetin emri altında çözme gayreti görülmektedir. Cumhuriyet döneminin ilk Umumi Müfettişliğinin Şeyh Sait isyanı sırasında gündeme geldiğini ve isyan bölgesinde ilan edilmiş bulunan sıkıyönetim ile birlikte düşünüldüğünü hatırlarsak Dersim olayları sırasında sıkıyönetim algısının değiştiği fark edilecektir. Buna rağmen sorunları olağanüstü kurumlarla çözme refleksinin halen canlı olduğunun da altı çizilmelidir. Nitekim Dersim İsyanı için Cumhuriyet döneminin dördüncü Müfettişi olarak atanan kişi, ordu ile ilişkisi devam etmekte olan ve rütbesinde dolayı sahip olduğu yetkileri haiz bir korgeneraldir. Hazırlanan kanun layihasında, Müfettişliklerin kurulma nedeni olarak güvenlik, inzibat, ekonomi, sosyal, kültürel ve bayındırlık meseleleri gösterilse de “beka” ve “milli güvenlik” kaygıları en önemli neden olarak durmaktadır. Tunceli bölgesine özel çıkarılan Kanuna göre,46 görev bölgesindeki bütün askeri erkânın komutanı, sivil memurların mülki amiri durumunda olan Umumi Müfettişlerin emrinde, top ve makineli tüfeklere sahip bir jandarma alayı da bulunmaktadır. Müfettiş/Vali/Komutan olarak, emniyet ve asayiş açısından gerekli gördüğü takdirde vilayetteki ilçe sınırlarını ve merkezlerini değiştirme (md.2), vilayet halkından olan kişileri ve aileleri, vilayet içindeki bir başka yere nakletme ve bu kişi ve aileleri vilayet içinde ikamet etmelerini yasaklama yetkisine de sahipti (md.31). Valilik sınırları içindeki ceza mahkemelerinde verilen hükümlere temyiz hakkı tanınmamıştı (m.29). Gerekli gördüğü takdirde Kaymakamları ve Nahiye Müdürlerini Belediye Başkanı yapabilecekti (m.7). Vali, herhangi bir kişi hakkında takibatı ve cezaları, hatta idam hükümlerini tecil edebiliyordu (m.33).

Aslında Umumi Müfettişlik kurumu Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde oluşturulmuş olağanüstü bir kurumdur. Emperyalist devletlerin Osmanlı Devleti’ne dayattıkları Hıristiyan unsurlara yönelik reformların Anadolu ve Balkanlar’daki uygulamalarını denetleme isteklerinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Hatta emperyalist devletler, adı geçen bölgelere atanacak olan umumi müfettişin Hristiyan bir yetkili olmasını istemişlerdi. Ancak bu istek Osmanlı idaresince reddedilmiş, ayrıca öngörülen Umumi Müfettişlik, Osmanlı bürokrasisinin taşra vilayetlerine yönelik bakışını yansıtan “asayişçi-nizamcı-medeniyetçi-ilerlemeci misyon”47 anlayışıyla yoğrularak kendine has bir nitelik kazandırılmıştır. İkinci meşrutiyetin ilanından sonra kaldırılan ancak 1913 yılında tekrar oluşturulan Umumi Müfettişlik Kurumu ve bu müfettişlerin görev bölgeleriyle ilgili hazırladıkları adli, idari, mali ve iktisadi raporları birçok politik kararı etkilemiştir.48 Kurumun bıraktığı etki o kadar güçlüdür ki Cumhuriyetin ilk Anayasası olan 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda49 düzenlenerek anayasal bir kurum haline getirilmiştir. Anayasal bir kurum olarak sıkıyönetim ilan etmek de dâhil olağanüstü yetkileri haiz bu kurum, 1924 Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda yer verilmemişse de mevzuat düzleminde varlığını sürdürmüş: 21 Kasım 1952 tarihinde tamamen kaldırılmıştır.50 1980’li yıllarda uygulamaya konulan Olağanüstü Hal (OHAL) Valiliği kurumu, bu geleneğin sürdüğünün işareti olacaktır.

Atatürk’ün 10 Kasım 1938 tarihinde vefat etmesinin ardından toplanan TBMM, İsmet İnönü’yü ikinci cumhurbaşkanı olarak seçmiştir. CHP ise hemen Aralık ayında olağanüstü kongresini toplayarak tüzük değişikliğine gitmiş, Atatürk tüzükte, partinin kurucusu ve “Ebedî Şefi” olarak kaydedilirken İnönü, partinin değişmez genel başkanı ilan edilmişti. İnönü’nün değişmez genel başkanlığı ve aynı zamanda partililer tarafından “Millî Şef” unvanı ile anılmaya başlaması Avrupa’da 1930’lu yıllardan beridir esen faşizm ideolojisinin Türkiye’ye olan yansımaları olarak değerlendirilebilir. Nitekim faşist partilerin iktidarda olduğu Almanya ve İtalya’da partinin başında olan liderler Führer ve Duçe unvanlarına sahiptir. Bu iki ülkenin ekonomi alanında gösterdiği hızlı gelişmeyi “tek adam” idaresine bağlayan ve dolayısıyla demokrasinin hantal ve verimsiz bir idare sistemi olduğunu düşünen aydın ve bürokratların sayısındaki artış, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kendini gösterecektir. “Tek Parti, Tek Lider, Tek Millet” sloganı, partinin aldığı yeni karakteri dışa vurmaktadır.51

Bu arada, II. Dünya Savaşı’nın başlaması ve giderek yayılması üzerine 1930’lu yıllarda uygulanan sanayileşme stratejisi sayesinde başlayan kalkınma hamlesi durmuş; Hükümet, Dünya savaşı karşısında tarafsız kalacağını ilan etmişse de ülke ekonomisini yanı başında cereyan eden savaşın etkilerinden korumak üzere olağanüstü tedbirlere ve yasal düzenlemelere gitmek zorunda kalmıştır. Bu tedbirlerden birisi de Dünya Savaşından etkilenen pek çok ülkede olduğu gibi, savaş bölgesine daha yakın illerde sıkıyönetim ilan edilmesi olmuştur. 1940 tarihinde İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve Kocaeli illerinde ilan olunan söz konusu sıkıyönetim sansür, kısıtlama ve yasaklar açısından dikkat çekicidir.52 Önemli ve büyük gazetelerin İstanbul’da çıkmakta olduğu düşünüldüğünde basın üzerinde hükümetin, var olan denetimi ve güdümü büyük ölçüde artmış olacaktır. Nitekim II. Dünya Savaşı yılları boyunca gazete ve gazeteciler aleyhine pek çok dava açılmış, onlarca gazeteye bazen komik gerekçelerle kapatma cezaları verilmiş, pek çok gazeteci sıkıyönetim bölgesi dışına çıkartılmış, yazı yazmaktan men edilmiş, gazete ve kitaplar toplattırılmıştır.53 Aslında Hükümet, Ankara’ya göre daha çok muhalif aydının ve daha çok ideolojik yayının yayımlandığı İstanbul’u savaş bahanesiyle bir nevi zapturapt altına almıştır. Sıkıyönetim bölgesinde oluşturulan sıkıyönetim mahkemelerinin ve sıkıyönetim komutanlarının görev alanı son derece geniş tutulmak suretiyle özellikle sol yayınlar olmak üzere milliyetçi ve muhafazakâr yayınlar üzerinde bir kontrol/denetim/baskı kurulmuştur. Bir aylık süre için ilan edilmiş bulunan Sıkıyönetim önce üç ay, sonrasında ise altışar ay sürelerle sürekli uzatılarak 1947 yılına kadar devam etmiş ve ülkede basın yayın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü çok büyük yara almıştır. Bunun sonucu olarak ülkede demokratik temayüllerin oluşması mümkün olamamış, farklı fikirlerin ülke sorunları üzerine çözümler üretme sinerjisi engellenmiş, insanlar düşüncesini ifade etme özgürlüğü sürekli ceza müeyyidesiyle karşılaştığı için fikirlerini söylemekten korkan bireylere dönüşmüştür.

Dünya savaşı nedeniyle mal kıtlığı alabildiğine artmış, askeri besleyebilmek için depo edilen tahıl nedeniyle ekmek tüketimi sınırlandırılmış ve karneye bağlanmıştır. Hammadde ve yedek parça teminindeki zorluklar üretimi olumsuz etkilerken, bir karaborsa ekonomisi oluşmuş ve birçok ithalatçı/ihracatçı/komisyoncunun karaborsa faaliyetlerinde büyük vurgunlarla aşırı zenginleştikleri görülmüştü. İşte bu dönemde, yüksek enflasyonun ve piyasalardaki mal kıtlığının ortaya çıkardığı olumsuz etkileri giderebilmek için hükümete geniş ve olağanüstü yetkiler veren, üç temel yasa kabul edilmiş ve uygulanmıştır. Bunların en önemlileri Milli Korunma Kanunu, Varlık Vergisi Kanunu ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunlarıdır.

11 Kasım 1942’de çıkan Varlık Vergisi Kanunu’nun amacı savaş koşullarının doğurduğu ekonomik ortamdan istifade etmek suretiyle olağanüstü zenginlikler elde edenlerin gelirlerini vergilendirmektir. Ancak kanunun uygulanması sırasında Türkiye sosyolojisinde derin izler bırakan sonuçları olmuştur. Kanuna göre zenginlerin serveti bir defaya mahsus olmak üzere ağır biçimde vergilendirilecektir. Görevli Komisyonların belirlediği ve azınlıktan olan zenginlere daha ağır oranlarda tahakkuk ettirilen vergiyi bir ay içinde ödemeyenler önce toplama merkezlerine sonra da beden işçisi olarak çalıştırılmak üzere Erzurum Aşkale’ye sevk edileceklerdir.54 Bu uygulamayı İttihat ve Terakki iktidarının, sermayenin Türkleştirilmesi politikasının bir devamı olarak görülmesi mümkündür. Ahmet Emin Yalman’ın “Nazi usullerini taklit yoluyla azınlıkları ezmek, siyasi düşmanlara meydan okumak ve siyasi dostları korumak maksadıyla meydana getirilmişti” iddiasında bulunduğu bu vergi uygulaması, yaşanan dramlar ve içerden ve dışarıdan gösterilen tepkiler nedeniyle kısa sürmüş; 1944 yılı başlarında son bulmuştu.55

Tarımsal üretimi artırmak ve savaş ihtiyaçlarını karşılamak üzere çıkarılan Milli Korunma Kanunu’yla ise hükümet, gerektiğinde geçici olarak şirketlere el koymak gibi ekonomiyi düzenleyici yetki ve görevler edinmişti. Hükümet, bu kanuna dayanarak üretim ilişkileri yanında çalışma ilişkilerine de müdahale etmiş, 1936 tarihli İş Kanunu’nun işçilere tanıdığı sınırlı hakları da adeta yok etmiştir.56 Çiftçilerin yetiştirdikleri ürününün %10’nunu ya aynî ya da nakdî olarak devlete vermeleri gerektiğini düzenleyen Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu, 1943 yılında bu kez tarım kesimini vergilendirmek üzere çıkartılmış, çok partili döneme geçilme tarihi olan 1946 yılında uygulamadan kaldırılmıştır.

Cumhuriyetin başından itibaren sınıfların varlığını reddeden ve “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış” bir toplum kurmayı amaç edinen tek parti iktidarı, yaptığı bu düzenlemelerle de aslında bu ideolojiyi sağlamlaştırdığını düşünmekteydi. Bu düzenlemelerin nihai amacı sınıf mücadelelerinin önüne geçmekti. Ancak uygulama tam tersi bir sonuç doğurmuş, kuruluş döneminde sağlanan “Sınıflar Koalisyonu” parçalanmış, yerini siyasi çatışmaya bırakmıştı. Üstelik bu düzenlemeler başlarda sorun yaşanmayan tek parti iktidarı ile tüccar, sanayi burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerini karşı karşıya getirmiş oldu.57 Bu üretim araçlarına sahip olan egemen unsurlar çok partili dönemde kurulan Demokrat Parti’nin (DP) tabanının ve ideolojisinin kökenini oluşturacaktır.58

1946 yılında toplanan CHP II. Olağanüstü Büyük Kurultayı, İnönü’nün isteği üzerine “Değişmez Genel Başkanlık” sıfatını kaldırmıştır. Bu büyük değişimin iki önemli nedeni bulunmaktaydı: birincisi İnönü’nün Cumhurbaşkanlığına seçilmesinden sadece birkaç ay sonra başlayan II. Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa’da hüküm süren faşizm ideolojisinin ağır bir yenilgi almış olması, ikincisi, savaşı kazanan demokrasi cephesinin bütün dünya devletlerine yönelik yaptıkları yeni kurulacak dünya düzeninin dışında kalmamak için demokrasiye geçmeleri gerektiği çağrısıdır; savaş sonrasında barışı korumak amacıyla Milletler Cemiyeti yerine kurulan Birleşmiş Milletler (BM) örgütüne katılabilmenin ön koşullarından biri de budur.

Dernek kurmada izin sistemini getiren 1938 tarihli Cemiyetler Kanunu, aynı zamanda sınıf esasına dayalı dernek kurma yasağını da düzenlemekteydi. 1946 yılına gelindiğinde, BM koşullarına uymadığı için bu yasak kaldırılacaktı. Bu gelişmelerin sosyo-politik etkisi derhal görülecek ve demokratik havanın hâkim olduğu uluslararası konjonktürün de etkisiyle Türkiye’de iki sosyalist parti ve çok sayıda sendika kurulacaktı. Ancak 1945 tarihten itibaren söz konusu liberal açılımlar, bir süre sonra “soğuk savaş” döneminin başlamasıyla birlikte sona erecek; yerini iki kutuplu dünyanın ihtiyaçlarını karşılayacak yeni olağanüstü düzenlemelere bırakacaktı. Nitekim sosyalist partileri yasaklayan bir yasa olmadığı halde bu dönemde kurulan iki sosyalist parti ve onunla bağlantılı görülen sendikalar 16 Aralık 1946 yılında kapatılacaktır.59 Bu kapatma, dünya savaşı bittiği halde İstanbul bölgesinde yürürlükte olan sıkıyönetim sayesinde gerçekleşebilecektir.

1946-1960 arası çok partili dönemde de bireysel ve kolektif hak ve özgürlükler konusunda anlayış açısından değişen bir şey olmamıştır. İktidara gelen ve liberal ideolojiyi benimsediğini söyleyen Demokrat Parti (DP) de anti demokratik yasaları ve sıkıyönetim uygulamalarıyla tek parti dönemini aratmayacak biçimde siyasal hakları ve muhalefeti baskı altında tutmayı hedefleyecektir. DP iktidarından önce 1946 yılında Cemiyetler Kanunu’nda yapılan değişiklikle önü açılan sendikaların etkin olmalarını engellemek üzere yeni bir yasa çıkarılmıştı. 1947 Tarih ve 5018 sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Kanun, sendikaların milli teşekkül olduklarını ve milliyetçiliğe ve milli menfaatlere aykırı hareket edemeyeceklerini düzenleyerek hareket alanlarını daraltmıştı. DP, seçim söylemlerinde ve parti programında liberal özgürlükleri vaat etmesine ve grev hakkını tanıyacağını açıklamasına rağmen, değişen bir şey olmadı; grev yasağı sürdü.60 Demokrat Parti Çalışma Bakanına göre, grev, liberal rejimlerde uygulanan bir tedbirdi, oysa Türkiye liberal değil devletçi bir rejime sahipti ve bu nedenle sosyal sınıflar arasında çıkan uyuşmazlıklarda devlet hakem olmalıydı.61 Demokrat Parti hükümetleri Komünist Blok ile yaşanan soğuk savaş konjonktüründe Amerika’nın yanında olmayı tercih etmeleri nedeniyle buna uygun davranmışlar, Türkiye’de solun güçlenmemesi için her türlü anti demokratik düzenlemeyi getirmişler, baskılara rağmen örgütlenmeye çalışan toplumsal muhalefeti bastırmak için sıkıyönetim aparatını devreye sokmaktan geri durmamışlardır.