Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

“Küreselleşme” ve “İlkel Birikim”in “Sürekli” Süreci: Çok Taraflı Yatırım Anlaşması-Mai Örneği

“Globalization” and the “Permanent” Process of “Primitive Accumulation”: The Example of the Mai, The Multilateral Agreement on Investment

Claudia von WERLHOF, (Çev.) Rıdvan TÜRK

GİRİŞ

1985’te, Amerikan Sosyoloji Derneği’nin [ASD] Washington’daki yıllık toplantısında, Immanuel Wallerstein’in davetlisi olarak, “Köylüler ve Ev Kadınları Kapitalist Dünya Sistemi’nde Neden Ortadan Kaybolmaz?1 ” konusu üzerindeki tezlerimi sunma imkânı buldum. Birkaç yıl sonra, aynı başlıklı bir makalede, ASD’deki sunumun temel tezlerini tüm birikim süreci için, ilkel birikim olarak adlandırılan süreçlerin sürekliliğiyle bağlantılı olarak ele aldım2 . Bu armağan sayısındaki yazımda konuya geri dönmekten memnuniyet duyuyorum; fakat onu yeni bir bağlam içinde, küreselleşme tartışması bağlamında ele alacağım. Böylelikle süreç tam bir daire görünümüne kavuşmaktadır: yetmişlerin sonuna doğru, Immanuel ile Almanya’da tanıştığımızda başladı; Bielefeld Üniversitesi’nde o ve Binghampton’dan bir ekiple birlikte bir konferans düzenlediğimizde devam etti ve nihayet birlikte birkaç şey yayınladığımızda3 sona erdi. 1985’te, habilitasyon çalışmam yayınlanacağı zaman, Immanuel, esere, dünyanın altüst olduğunu anlamanın gerekliliğini ve dolayısıyla bu olguyu bütün sonuçları ile birlikte olabildiğince açık kılmanın ödevimiz haline geldiğini belirten bir önsöz yazdı4 . Bugün, on dört yıl sonra, “kapitalist dünya sistemi”ne içkin süreçlerin sürekli olarak hız kazandığı; uluslararası toplumun, refahın ve demokrasinin yükseldiği, şiddetin azaldığı bir geleceğe dair tüm öngörülerinin bütünüyle aleyhine bir noktaya doğru gidildiğinden beri, bu “çarpıklık”ları çözümlemek ihtiyacı daha zaruri bir hal aldı. Bu sebeple, “sürekli ilkel birikim” ve bunun küresel boyutlarına dair yaklaşımıma geri dönmek ve mevcut “küreselleşme” süreçlerini özellikle “Küreselleşme Zirvesi5 ” ve “Çok Taraflı Yatırım Anlaşması6 ” (MAI) çerçevesinde çözümlemeyi denemek istiyorum.

MAI, OECD’deki (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) en büyük 29 sanayi devleti tarafından Paris’te, gözlerden bütünüyle ırak bir şekilde, 1995’ten beri müzakere edilen bir anlaşmanın taslak metnidir. Tasarı, 1997’de kasıtlı bir düşüncesizlikle kamuoyuna sızdırıldı ve Kanada’dan Tony Clarke ve Malezya’dan Martin Khor’un analizleri ile birlikte dünya kamuoyunun gündemine girdi7 . Bu tarihten itibaren, anlaşma taslağının imzalanmasına -ki birkaç kez ertelemek zorunda kalınmıştır- karşı uluslararası direnç istikrarlı bir şekilde büyüdü. OECD ülkelerindeki binlerce çevreci örgüt, kadın örgütleri, üçüncü dünyacı örgütler, kilise ve diğer “sivil toplum” örgütlerinin8 yanı sıra artan sayıdaki Güneyli9 grup, MAI’ye karşı faaliyetlerde bulunmaktadır. Paris’teki müzakerelerin Ekim 1998’deki son toplantısı, MAI uygulamalarının potansiyel sonuçlarına dair bir raporu okuduktan sonra ülkesinin müzakerelerden çekildiğini duyuran Fransız Başbakanı Jospin tarafından felce uğratılmıştı10 . Halihazırda, MAI’nin müzakerelerin bu son oturumundan sonra sona erip ermediği, orijinal menşei olan WTO (Dünya Ticaret Örgütü) düzeyinde yeniden ikame edilmesinin gerekip gerekmediği ya da “Transatlantik Pazar” olarak adlandırılan IMF (Uluslararası Para Fonu) veya kurulabilecek diğer kurumlar gibi farklı uluslararası bağlamlarda yeniden ortaya çıkıp çıkmayacağına dair spekülasyonlar var11 .

Bu arada, MAI’nin belirginleştirdiği bir şey var: arkasındaki çıkarlar hala mevcut ve bu çıkarlar MAI’nin gerçekleştirilmesi yönünde baskı yapmaya devam ediyor. Aksi takdirde -yeni bir dünya politik anayasasından farksız bir karaktere sahip olan- “yatırım koruma anlaşması” formüle etme çabaları güçlükle açıklanabilirdi. Zira MAI, zannedildiği gibi, yatırım aktivitelerini düzenlememektedir; onun düzenlediği politikadır. MAI, dev şirketler için doğanın ve insanlığın geri kalanının zararına bir “Yağmalama Lisansı”dır12 . Bu durum, neo-liberal küreselleşmenin nihai sonucu ve şimdiye kadar ekonomi ve politikanın amacı olarak öne sürülen her şeyin; demokrasi, refah, özgürlük, kendini gerçekleştirme, insan hakları ve herkes için aydınlık bir gelecek gibi şeylerin tersine çevrilmesinin sürekli kodifikasyonudur. En ufak bir mazeret öne sürmek şöyle dursun, hiçbir açıklama dahi yapmaksızın, MAI, bu illüzyonları tuzla buz etmektedir.

MAI, benim anlayışıma göre, tekel ve yeni bir “sanayi devrimi” koşullarında, dünya ekonomisinin ana aktörlerinin ihtiyaç duyduğu yeni ekonomi politiği destekler ve resmileştirir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki on yıllarda ve özellikle yetmişli yıllardan beri, yeni bir küresel standart ya da norm olmanın eşiğinde duran yeni üretim koşulları ve sermaye lehine politikalar ortaya çıktı. Bu yeni koşullar sermayenin belli bir tarzda kullanımı ve organik bileşimini içermenin yanında, belirli bir kâr düzeyine -ki bu kâr düzeyi, tarihsel olarak bakıldığında bugün oldukça yüksektir, zira “ortalama” (average) spekülasyon kârı gibi ayarlanmıştır- yönelik hareket tarzını da içerir. Bu kâr düzeyini korumak adına, dünya ekonomisinin bu tarzda gerçekleştirilmesinin “gerekli” önkoşullarını yaratan ve yeterli yaptırımları (“sapkın” taraflara karşı güç kullanımı kapsayacak bir biçimde) içeren elverişli bir küresel politik anayasa teşkil edilmelidir. MAI bu çerçevede ulus devlet yönetimleri tarafından müzakere edilegelmektedir; ne var ki bu durum, MAI ulusal egemenliğin büyük bir bölümünü ortadan kaldırdığı için paradoksaldır. Zira bu devletler, -çağdaş dünya ekonomisinin, ya da “Kapitalist Dünya Sistemi”nin başlangıcından beri- egemenliğin üretilmesi ve güçlendirilmesi kaygısı taşıyan devletlerden başkası değildir. Ulus devletler ve uluslararası iş bölümü en başından itibaren birlikte yürümüştür; hatta öyle ki, bu ulus devletler yalnızca uluslararası ve kolonyal bir perspektifle analiz edilebilir13 . Bugün de aynı şey geçerli: halihazırda içinde bulunduğumuz durumu bize dikte eden analitik varlığı biçimlendiren daima ulus devlet değil, dünya sistemi olmuştur14 . Bundan dolayı, dünya ekonomisinin koşulları değişirken, ulus devlet yapısı yeni gelişmeye uyarlanmak durumundadır.

Ekonomi-politiğin politik tarafı için bu kadarı yeterli; şimdi onun ekonomik tarafına bakalım.

Tarihsel olarak bakıldığında, dünya ekonomi-politiğindeki değişimler yeni bir şey değildir. Modern çağın ekonomisi -kapitalizm- hem Avrupa tarafından sömürgeleştirilmeyi (“dışsal”) hem de Avrupa sınırları dahilindeki (“içsel”) sömürgeleştirmeyi ifade eden cihanşümul bir süreç olarak başladı. Bu süreç Karl Marx15 tarafından “üreticileri üretim araçlarından ayırma” ve sözde “orijinal” veya “ilkel” birikim süreci olarak tarif edilmiştir. Bu kapsamda ilkel birikim süreci, onu izleyen “tam sermaye birikimi” (capital accumulation proper) süreci için tarihsel bir ön koşul olarak ele alınır. Rosa Luxemburg16 Marx’ın bu analizini tüm dünyaya uygulamıştır: Ona göre yalnız Avrupa’da değil, sömürgelerde dahi o günlerdeki üreticiler olan köylü ve zanaatkarlar, üretim imkanları, araçları ve geleneklerinden kopartılmıştı; süreç boyunca tümüyle yok olmayanlarsa yeni efendilerine, başka bir deyişle sömürgeci yönetim veya toprak sahiplerine teslim edilmek zorundaydılar.

Feminist araştırmalar, kadınları da sürece dahil ederek bu analizi genişletmiştir. Kadınlar Avrupa’da cadı avları, Avrupa dışında ise sömürgeleştirme yoluyla işlerinden, üretim araçlarından, kültür ve bilgi birikimlerinden, yeteneklerinden, emekleri üzerindeki egemenlikleri ve hatta üremeyi sağlayan kapasiteleri dolayısıyla bedenlerinden kopartılan ilk gruptur. Böylelikle kadınlar da, “ev kadını”na dönüştürüldüklerinden itibaren, verili yaşam koşulları ve hatta canlı varlıklar olarak kendileri üzerindeki dolaysız kontrollerini kaybettiler. Bugün de hala devam eden ve daha etkili olmak için her yeni nesil üzerine yeniden dayatılması gereken ev kadınına dönüştürme sürecini, dünyanın tamamında “sürekli” ilkel birikim kavramı ile karşılıyorum17 . Kavramın kapsamının genişletilmesi, bugüne dek modern ekonomi-politiğin, üreticilerin, erkeklerin ve en çok da kadınların tüm dünyadaki sürekli mülksüzleştirilme ve iktidardan dışlanmalarına ne ölçüde dayandığını fark etmeye olanak sağlar. Üreticiler olarak erkekler ve kadınlar tarihsel olarak yalnızca “orijinal birikim” tarafından soyulmamıştır, hala yeniden ve tekrar tekrar soyulmaktadırlar. Sermaye birikim süreci hala “ilkel birikim”e dayanıyor. Nitekim bu ilkel birikim süreci -Marx’ın da öngördüğü gibi- yalnızca erken veya önceki birikim olarak anlaşılamaz; bilakis daima ve eşzamanlı bir biçimde, süregelen birikimin zorunlu bir parçası olarak görülmelidir. Dolayısıyla orijinal birikim yalnızca kronolojik olarak değil, bununla birlikte ve aynı zamanda mantıksal olarak da birikimin ayrılmaz bir parçasıdır ve “kapitalist olmayan18 ” veya “kapitalizm öncesi” bir süreç değil, aksine tam manasıyla kapitalist bir karakterdedir. Başka bir deyişle, “orijinal birikim” sermaye birikiminin daimî bir ögesidir.

Orijinal birikimin başlangıcından itibaren tarihte ilk defa, doğrudan üreticiler, “geçimlik üretim”e dayalı bir ekonomi biçimi kapsamında karşılıklı olarak kendileri ve yerel veya bölgesel olarak birbirleri için üretim yapmıyorlar; bunun yerine bütün sermaye kullanım ve birikim sürecinin hammadde üreticileri olarak kullanılıyor ve sömürülüyorlar. Bu, tüm dünyada eşit ve aynı şekilde gerçekleşmiyor; daha ziyade, ekonomik ve politik davranışın ilkesi haline gelen homojenleştirme ve tekdüzeliğe yönelik içkin bir eğilim sözkonusu. Bu çerçevede “Kapitalist dünya sistemi”nin ekonomi-politiği şu süreci izlemiştir: Afrika, işgücü kitlesini yani -işgücünün “ham maddesi” olan- köleleri üretti; bu köleler Amerika’daki kolonyal metaların ham maddesini, özellikle zirai ve madencilik ürünlerini ürettiler; bu üretim de sırası geldiğinde, proleter ücretli işçi emeğine dayanan Avrupa sanayileşmesi için malzeme işlevi gördü. Bu son aşama, en çok unutulmuş olanı, yani -”Afrika modeli” kapsamında- hayatları boyunca yeni işgücü kuşaklarının “üretimi” için ücretsiz bir şekilde çalışmak zorunda olan “ev kadınları”nın “içsel” sömürgeleştirilmesini de içermektedir19 .

Orijinal birikim birçok insanı kültüründen ve daha da önemlisi hayati nitelikteki üretim araçlarından yoksun bıraktıktan sonra, süreç, onları emekleri ve hatta bedenlerinden kopartma teşebbüsü ile devam etti. Orijinal birikimin ilk aşamasından sonra en azından emekleri karşılığında ödeme alabilenler, aldıkları bu ücretlerin hala birikim sürecinin en alt katmanında bulunan, “sürekli” ilkel birikimin bütün yükünü omuzlarında taşıyanların iki misli sömürüsünden elde edildiğini çoğunlukla unutur. İşçi sendikalarının hiçbir zaman yabacılar, kadınlar -ve elbette- ev kadınları gibi “güvencesiz” çalışanları organize etmeye çalışmamış olmasının nedeni budur. Aynı sebepten dolayı sol teori, yalnızca ücretli emeği değer üretimi ve birikim sürecinin merkezine yerleştirmiştir. Benzer şekilde, sol politika da, özünde yanlış bir düşünceyle, yalnızca “serbest ücretli işçi”ye -başka bir deyişle endüstri proletaryasına- odaklanmıştır: Bu düşünceye göre her şey geçmişin bir parçasıdır ve orijinal birikimin tarihsel sürecine aittir; bu süreçte tarihsel ilerleme ücretsiz emeğin tüm dünyada serbest ücretli emek şekline dönüşmesine, yani küreselleşmesine dayalı olduğu için ücretsiz emek bir zaman sonra aşılacaktır20 .

Kadınların “ev kadını-laştırılması21 ” (housewife-ization), ilk defa cadı avı gösterilerinden sonra ortaya çıkmıştır; tıpkı “uluslararası” koşulların “ulusal” düzeyde yeniden ortaya çıkması veya benzer biçimde dünya sisteminin ilk aşamasında bile makroekonomide olan şeylerin mikroekonomide de aynı şekilde gerçekleşmesi gibi. Mevcut küreselleşmeyi genel olarak karakterize eden tam da bu koşulların “[coğrafi-siyasi] sınırlardan arındırılması”dır (de-geographization). Uluslararası iş bölümünün tarihsel görünümü ile karşılaştırıldığında küreselleşme, Kuzey-Güney farkının ortadan kalkması anlamına gelir; fakat iddia edildiği üzere “uygarlık” koşullarının her yere yayılması değildir bu. Coğrafi olarak izler silinse de küreselleşme bir ilke olarak yaşıyor ve güç kazanıyor; bu itibarla küreselleşmenin “evrenselleşme”si kutlanıyor. Ülkelerden ve kıtalardan bağımsız küreselleşme, artık istediği her yerde boy gösterebilir. Dolayısıyla küreselleşme ücretli emeğin evrenselleştirilmesini veya köleliğin ilga edilmesi, ev işleri gibi ücretsiz emeğin ortadan kaldırılmasını ifade etmez. Aksine küreselleşme, kolonyal koşulların, yani kölelik ve ücretsiz emeğin küresel olarak genişlemesidir. Veya başka bir açıdan bakılırsa küreselleşme, tüm dünyada, tek bir amaçla; kârı artırmak ve iş gücü maliyetini düşürmek amacıyla, yalnızca kadınların değil erkeklerin emeği için de gerçekleşmekte olan “ev kadını-laştırma”dır.

MAI tarafından ilan edilen yeni ekonomi politik, nadiren kabul edilen bir olgu olarak, sömürgecilik dönemlerine zemin teşkil eden temellere dayanır. Orijinal birikimin “sürekli” süreçlerinin sözkonusu genişlemesi ile birlikte, dünya ekonomisinin yalnızca başlangıca ait olmayan ve aslında bir esas teşkil eden şedit karakteri, merkezlerde artan bir güçle yeniden ortaya çıkıyor. Doğrudan üreticiler tarih boyunca hiçbir zaman kültürlerinden, üretim araçlarından, iş gücü potansiyellerinden ve hatta kendi bedenleri üzerindeki kontrol güçlerinden kendi iradeleriyle kopartılmamıştı. Karl Marx’ın ilkel birikimin “sırrı” olarak ifade ettiği sömürünün bu şiddeti, bugünün küreselleşmiş ekonomisi tarafından da paylaşılır. Nitekim MAI’nin Paris’in bir kuytusunda gizlilik içinde tasarlanmış olması tesadüf değildir.