Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

İttihat ve Terakki Cemiyeti: Hak ve Özgürlük Savunuculuğundan İstibdat Yönetimine

Committee of Union and Progress: From Advocacy of Rights and Freedom to the Administration of Autocracy

Derya DOĞRU

Modern insan hakları anlayışı Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılda batılılaşma hareketleri ve reformlar sonucunda gelişmeye başlamıştır. Ancak Tanzimat döneminde ortaya çıkan bu gelişme Avrupa’daki insan hakları gelişmelerinden farklılık göstermektedir. Avrupa’da insan hakları ve özgürlükleri sınıflar arası mücadeleler sonucunda halk hareketleriyle kazanılmıştır. Oysa Osmanlı’da görülen insan hakları gelişimi, sınıflar arası bir mücadele ve halk hareketine dayanmayıp, padişahın fermanları aracılığıyla kendi kendini sınırlaması yoluyla, yukarıdan aşağı doğru gerçekleşmiştir. Osmanlı-Türk anayasal tarihinde ilk kez halk tarafından gerçekleştirilen özgürlük mücadelesi İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin öncülüğünde olmuştur. Esasında bu hareket Tanzimat Dönemi’nin yetiştirdiği çoğunluğu subay ve bürokratlardan oluşan Osmanlı aydınlarının mücadelesidir. Otuz yıllık istibdat yönetimine karşı verilen özgürlük mücadelesi sonrasında bu hareket başarıya kavuşmuştur ve anayasa değişiklikleri ile Osmanlı yönetimi hukuki olarak gerçek anlamda bir meşruti monarşiye dönüşmüştür. Ancak bu gelişme çok kısa sürmüş ve özgürlük mücadelesi veren cemiyet karşı çıktığı istibdat yönetimini kendisi benimsemiştir. İttihat ve Terakki kurmuş olduğu parti diktatörlüğünde eylemlerini meşrulaştırmak için sıklıkla devlet aklı doktrinini uygulamaya koymuştur. Cemiyetin çoğunluğunun subaylardan oluşması da devlet aklını kullanmasını kolaylaştırmıştır.

İttihat ve Terakki Cemiyeti, II. Meşrutiyet, Osmanlı Devleti’nde İnsan Hakları, İstibdat Yönetimi, Devlet Aklı.

The modern understanding of human rights began to develop in the Ottoman Empire in the 19th century as a result of westernization movements and reforms. However, this development that emerged during the Tanzimat period differs from the human rights developments in Europe. Human rights and freedoms in Europe have been achieved through people movements as a result of class struggles. Whereas the development of human rights in the Ottoman Empire was not based on a struggle between classes and a popular movement, but took place from top to bottom through self-limitation through the sultan’s charta. For the first time in the Ottoman-Turkish constitutional history, the struggle for freedom carried out by the people was led by the Committee of Union and Progress. In fact, this movement was the struggle of the Ottoman intellectuals, mostly soldiers and bureaucrats, raised by the Tanzimat Period. After the thirty-year freedom struggle against the autocracy, this movement was successful and with the constitutional amendments, the Ottoman administration turned into a constitutional monarchy in the legally. However, this development was very short-lived and the Committee, which was fighting for freedom, adopted the tyranny, which it opposed.

Committee of Union and Progress, II. Constitutionalism, Human Rights in the Ottoman State, Administration of Autocracy, Reason of State.

Giriş

Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılın ortalarına kadar hükümdarın mutlak iktidarını sınırlayan ve bireylere insan olmaktan dolayı haklar tanıyan bir özgürlük anlayışı gelişememiştir.1 18. yüzyılın sonlarında, Osmanlı Devleti’nin merkezi gücü neredeyse yok olmuş ve yönetim sisteminin temelini teşkil eden toprak düzeni çökmüştür. Böyle bir ortamda devlet otoritesinin boşluğunu “ayanlar” doldurmuş ve ortaçağ Avrupa feodalizmine benzer bir yapı söz konusu olmuştur.2 Osmanlı Devleti’nin ilk anayasal belgesi olarak kabul gören 1808 tarihli Sened-i İttifak da bu koşullarda yapılmıştır. Batıdaki modern insan hakları gelişiminin ilk belgesi olan 1215 tarihli Magna Carta’ya şekli açıdan benzerlik gösterdiği ifade edilebilirse de, padişah Sened-i İttifak’ı hiç tanımamıştır ve yürürlüğe sokmamıştır.3 Aksine II. Mahmut dönemindeki Islahat Hareketleri kapsamında, söz konusu parçalanmışlığı ortadan kaldırmak ve merkezi devleti güçlendirmek amacıyla siyasal birliği tesis edecek önemli reformlar yapılmıştır.4 Bununla birlikte, Osmanlı anayasal tarihinde batılılaşma hareketleri sistemli bir şekilde Tanzimat Dönemi’nde gerçekleşmiştir ve bu dönemde Batıdaki anlamıyla insan hakları fikri gelişmeye başlamıştır.

1839 tarihli Gülhane Hattı Hümayunu (Tanzimat Fermanı) ile başlayan Tanzimat dönemi, 1856 tarihli Islahat Fermanı ile Osmanlı’da insan hakları gelişimini sürdürmüş ve 1876 tarihli Kanun-i Esasi ile kurulan Meşrutiyet Dönemi’ne kadar devam etmiştir. Osmanlı’da yaşanan bu gelişmeler Avrupa’daki insan hakları gelişmelerinden farklılık göstermektedir. Öncelikle Avrupa’da insan hakları ve özgürlükleri genel olarak halk hareketlerinin itici gücüyle daima aşağıdan yukarı doğru gerçekleşmiş ve halk mücadeleleriyle elde edilmiştir. Oysa Osmanlı’da ıslahat hareketleri ve bireylere hakların ve özgürlüklerin tanınması böyle bir mücadele sonucunda değil, yukarıdan aşağıya doğru gerçekleşmiştir.5Tanzimat ve Islahat Fermanı’nın hukuki nitelik açısından Osmanlı padişahlarının yayınladığı diğer fermanlardan bir farkı bulunmamaktadır. Fermanlarda tanınan haklar yukarıdan bir padişah iradesiyle getirilmiştir. Ancak bu fermanlar tebaaya bir yükümlülük değil, ilk kez bir takım haklar ve bu hakların korunması için usuli güvenceler tanımaktadır. Dolayısıyla Osmanlı anayasal tarihinde padişahın sahip olduğu mutlak yetkiler, ilk defa padişahın kendi iradesiyle kendini sınırlamaktadır.6 Çünkü söz konusu gelişmeler devlet adamlarının duydukları reform ihtiyacının bir sonucudur. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi parçalanmış ve eskimiş devlet kurumlarının yenilerek merkezi güce kavuşturulması ve Avrupalı devletlerin çok uluslu imparatorluğun parçalamasındaki etkilerinin bertaraf edilmesi reformların asıl amacı olmuştur. Osmanlı’da insan haklarının Avrupa’daki gibi sınıf mücadeleleri ve halk hareketi sonucunda gelişememesinin önemli bir nedenleri arasında Osmanlı Devleti’nde Batıda olduğu gibi bir sanayi devrimi gerçekleşmemesi ve dolayısıyla modern insan hakları öğretisi ve demokrasinin itici gücü olan bir burjuva sınıfı oluşamamasıdır. Osmanlı’nın siyasal ve ekonomik yapısında, iktidarı sınırlandırmayı hedefleyen ya da bunu başaracak sınıfların bulunmadığı bir gerçektir. Devletin klasik döneminde bir tarafta devlet ve onu şahsında somutlaştıran padişah, diğer tarafta da reaya sınıfı bulunmaktadır.7

Aydınlanma düşüncesinin fikri temellerini attığı modern çağ insan hakları öğretisi,8 Avrupa’da burjuva devrimleri aracılığıyla düşünsel boyuttan fiili ve hukuki boyuta geçmiştir. Avrupa’da bu anlayışı yaygınlaştıran devrim ise 1789 Fransız Devrimi’dir. Osmanlı Devleti içerisinde bu düşüncenin belirmeye başlaması ise ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, batı kültürü ve özellikle de Fransa siyasal kültürü ile temasa geçen aydınlar aracılığıyla mümkün olmuştur.9 Elbette Batı ile girişilen düşünce alışverişi padişahtan bağımsız, ona muhalefet eden ve yerini gittikçe sağlamlaştıran toplumsal grupların doğmasına yol açmıştır. Bu durum Osmanlı sivil toplumunun ortaya çıkması olarak da değerlendirilebilir.10 Osmanlı aydınları Tanzimat Dönemi’nin kurduğu eğitim kurumlarında eğitim görmüş bürokrat ve subaylardan oluşmaktadır. Mülkiye ve Harbiye gibi okullarda eğitim almış bu aydın sınıf, liberal ve anayasal düşüncelerden etkilendiği gibi, aynı zamanda Osmanlı yurtseverliğinin de etkisi altında kalarak Osmanlı Devleti’ni kalıcı bir meşruti monarşiye dönüştürmeyi esas amaç olarak benimsemişlerdir.11Genç Osmanlılar olarak adlandırılan bu aydın hareketi, mutlak monarşinin sınırlanarak meşruti bir monarşiye geçilmesini talep etmiş, bunun da anayasa, halk hâkimiyeti ve hak ve özgürlüklerin tanınmasıyla mümkün olabileceğini ileri sürmüştür. Böylece Osmanlı Devleti’nde alışık olunmayan, halk tabanında da hak ve özgürlük mücadelesinin filizlendiği söylenebilir.12 Bu gelişmeleri takiben Türk toplumunun modern anlamda ilk anayasası olan 1876 tarihli Kanun-i Esasi ilan edilmiştir. Bu anayasa şekli açıdan halk iradesine dayanan bir anayasa olmayıp, padişahın kendi iradesiyle millete bağışladığı bir berat olduğu söylenebilir.13 Dolayısıyla, Kanun-i Esasi bir ferman anayasadır ve yine en üstün güç ve yetkilere padişah sahiptir.14 Esasında 1876 Anayasası ile gerçek meşruti bir rejimden değil; anayasalı ve meclisli bir monarşiden söz edilebilir. Bu nedenledir ki, padişahın iradesiyle ortaya konan bu Anayasa ile başlayan oldukça sınırlı demokratik I. Meşrutiyet Dönemi’nin ömrü yalnızca iki yıl sürmüş ve padişah Meclisi süresiz tatil etmiştir.15 Koyu bir istibdat yönetimine bürünen Osmanlı Devleti’nde gerçek anlamda muhalefet otuz yılın sonunda ortaya çıkabilmiştir. Osmanlı Devleti’nde modern insan hakları anlayışının ortaya çıkışına ilişkin bu kısa değerlendirmenin ardından çalışmamızın asıl konusunu teşkil eden İttihat ve Terakki Cemiyeti söz konusu istibdat rejimine karşı gizli bir şekilde gelişen muhalif hareketin bir sonucudur. II. Meşrutiyet Dönemi ile meşruluk kazanan örgüt faaliyetlerine Osmanlı Devleti’nin sona ermesine kadar devam etmiştir.

Hürriyetin ilanı” sloganıyla özdeşleşmiş olan II. Meşrutiyet 23 Temmuz 1908’de ilan edilmiştir ve Kanun-i Esasi’nin askıya alınan hükümleri yeniden yürürlüğe konulmuştur. Osmanlı tarihindeki insan hakları gelişimi açısından bu olay çok önemli bir farklılık arz etmektedir. O tarihe kadar alışıldığı gibi, haklar padişahın tek yanlı iradesiyle bahşedilmemiş; Genç Osmanlılar hareketinden Jön Türk hareketine dönüşen, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin mücadelesi ile hak ve özgürlükler elde edilmiştir. Dolayısıyla yarım yüzyıldan uzun süredir devam eden yukardan aşağıya gerçekleşen reform ve insan hakları hareketi, ilk kez aşağıdan yukarıya, halk unsurunu içerecek şekilde kendini göstermiştir.16 Ancak bu özgürlük ortamı yalnızca bir yıl sürebilmiş, otuz yıldır özgürlük mücadelesi veren İttihat ve Terakki liderleri, “memleket, hürriyet ve meşrutiyetle idare edilmek kabiliyetinden mahrumdur.” gerekçesiyle karşı çıktıkları istibdat rejimini bizzat kendileri kurmuştur.17 İttihat ve Terakki’nin kurmuş olduğu bu yönetimin farkı padişahın mutlak iradesi yerine, bir partiye hâkim olan küçük bir zümrenin otoriter rejiminin geçmiş olmasıdır. Bu kapsamda II. Meşrutiyet dönemi, sınırlı bir anayasa düzeni ve çok partili parlamenter bir meşruti monarşi görüntüsünde esasında fiili bir İttihat ve Terakki diktatörlüğünde geçmiştir.18

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yönetiminde süren 1908-1918 arası dönem oldukça zorlu bir süreçtir. Sınırsız şekilde kullanılan özgürlükler ve neredeyse anarşik bir ortamdan kaynaklanan iç çalkantılar, dış baskılar ve süregelen savaşlar liberal bir insan hakları anlayışının ve meşruti bir rejimin gelişimi için elverişli olamamıştır. Bu sorunların üstesinden gelebilmek için İttihat ve Terakki, mevcut düzenin ve devletin âli menfaatlerinin korunması amacıyla sıklıkla “devlet aklını” kullanmıştır. Her kurulu düzen kendi devamını korumak ister ve bu amaçla bir takım koruma mekanizmaları öngörür. Toplumsal yaşamın en büyük ve en kapsamlı düzen ve örgütü ise devletin kendisidir. Modern devlet güç kullanımını kişisellikten çıkarıp denetimi altına alarak kendi meşruiyetini sağlamıştır.19 Bu bağlamda devlet varlığını devam ettirmek için “devlet aklı” doktrinine her zaman başvurmuştur. Kendisi için tehlikeli olabilecek durumları kullandığı yöntemler hukukla ve adaletle bağdaşmasa da daima haklı görmüştür.20 İttihat ve Terakki Cemiyeti de istibdada karşı ve özgürlükleri savunan bir yapılanma iken, iktidarı ele geçirdiğinde devlet aklını kullanarak kendi iktidarının devamı noktasında istibdadı bir araç olarak kullanmıştır.

Bu açıklamalar ışığında çalışmamızda öncelikle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşu, özellikleri ve II. Meşrutiyet’in ilanı incelenecek, ardından İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin istibdat yönetimini meşrulaştırmak amacıyla kullandığı devlet aklı kavramı kısaca açıklandıktan sonra, örgütün bu kapsamdaki istibdat uygulamaları değerlendirilecektir.

I. İttihat ve Terakki Cemiyetinin Kuruluşu ve Özellikleri

İkinci Meşrutiyet dönemiyle özdeşleşmiş olmasına karşın İttihat ve Terakki Cemiyeti, aynı zamanda bu dönemin kurucusu olduğu için örgütün tarihi 1908’den önce başlamıştır.21 Osmanlı İmparatorluğu’nun tek gelişmiş Tıp Okulunun olduğu İstanbul’da, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin temelini oluşturan İttihad-ı Osmani Cemiyeti; Ohrili İbrahim Temo, Arapgirli Abdullah Cevdet, Diyarbakırlı İshak Sükuti, Kafkasyalı Mehmet Reşit ve Bakülü Hüseyinzâde Ali tarafından 1889 yılında kurulmuştur.22İttihad-ı Osmani Cemiyeti, aynı yıl Paris’te kurulan “İttihat ve Terakki Cemiyeti” ile birleşmiş ve bu ismin çatısı altında faaliyetlerini sürdürmüştür. Birkaç yıl sonra Abdülhamid ülke içindeki örgütü etkisiz duruma getirmiş, örgütün üyeleri dağıtılmış ve sürgüne yollanmıştır. Paris’teki şube ise iç sarsıntılara, bölünmelere ve çekişmelere karşın sınırlı yayınlarıyla ülke içindeki aydın kesimle bağlantı kurmuş ve birçok yerde şube açmıştır. Bu hareket Avrupa’da “Jön Türk” akımının başını çekmiştir.23

Esas amacı, II. Abdülhamid’in despotizmini protesto etmek ve 1876 Anayasası’nı geri getirmek olan İttihad-ı Osmanî Cemiyeti, Osmanlı topraklarında hızla yayılmıştır. 1895 yılına kadar bir öğrenci hareketi olmaktan öteye geçemeyen cemiyet, bu tarihte büyük bir popülerlik kazanmıştır. Bu tarih ise 1895 Ermeni Olayları sebebiyle yaşanan diplomatik krize denk düşmektedir ve Jön Türk Hareketi genellikle uluslararası kriz dönemlerinde güç kazanmıştır.24

Bu gelişmelerle birlikte, bir iç dinamik olarak esasen İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1906’da Selanik’te 3. Ordu subaylarının girişimiyle kurulmuştur. O zaman ki adı “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’dir. İlk kurucuları on kişi olan cemiyetin bu üyeleri subaylar ve bürokratlardan oluşmaktadır. Cemiyet kısa sürede büyümüş ve yayılmıştır. 1907’de Paris örgütü ile birleşme sağlanmış,25 cemiyet önce “Terakki ve İttihat”, sonra da “İttihat ve Terakki” adını almıştır.26

Cemiyetin Nizamnamesi’ne göre cemiyetin amacı, “mevcut hükümetin adalet, eşitlik, hürriyet gibi insan haklarını ihlal eden ve bütün Osmanlıları gelişmeden alıkoyarak vatanı yabancı tahakkümüne düşüren idare tarzını İslam ve Hıristiyan vatandaşlarımızı uyarmak amacıyla kadın ve erkek bilcümle Osmanlılardan oluşan Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti teşekkül etmiştir.” şeklinde ifade edilmiştir.27

Görüldüğü üzere İttihat ve Terakki Cemiyeti, yurt dışından da beslenen gizli bir yer altı örgütüdür ve tam anlamıyla güçlü bir kurumsallaşmayı Balkan Yarımadası’nda başarabilmiştir. Cemiyetin yer altı faaliyetlerinin meşrulaşarak, devlet politikası halini alabilmesi ise 1908’de yapılacak devrimle mümkün olabilmiştir. Osmanlıların Rumeli, Balkanlıların da Makedonya dedikleri bu bölgede, çok çeşitli milletler mevcuttur ve yarattıkları milliyetçilik akımları birbiriyle çarpışmaktadır: Bu akımlardan birisi olan, Pantürkizm (Türkçülük) bu karmaşık ortam içinde yerini oldukça geç almıştır.28

İttihat ve Terakki istibdat sürecinde bir cemiyet olarak ortaya çıkmış olmasına rağmen, 1908’de Meşrutiyet’in ilanının ardından yine aynı adla bir fırka kurulmuştur. Dolayısıyla öncelikle cemiyet-fırka ikiliği sorunu gündeme gelmiştir. 1909’da iki örgütün her bakımdan birbirinden ayrı olduğu ilan edilmiş ve her iki örgüt için de farklı birer tüzük yapılmıştır. Böylece fırka, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Meclis-i Mebusan’daki bir grubu olarak faaliyet göstermiştir.29 Nihayet 1911 Kongresi ile Cemiyet-Fırka ikilemi kaldırılmış ve iki örgüt bütünleşmiştir. Ayrıca yapısal bakımdan türdeş olmayan Fırka, giderek bir kitle partisine dönüşmüştür.30

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en temel özelliği orduyla bütünleşmiş bir örgüt olmasıdır. İçerisinde bürokratların da bulunmasına rağmen, cemiyetin asıl unsuru subaylardır ve bu nedenle askeri bir disiplin rejimi hâkimdir. Bu durum ise ordunun siyasallaşmasını beraberinde getirmiştir. Askeri bir devrimden sivil bir yönetime dönüşüm sırasında, askerleri siyasal hayatın dışına çekmek zor olmuş, bununla birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin sürekli bir sıkıyönetim rejimi içinde kendilerini daha rahat hissetmeleri nedeniyle ordu bir yandan da siyasal konulara müdahalede bulunmuştur. Sonuç itibariyle II. Meşrutiyet yarı askeri bir siyasal rejim yaratmıştır.31

Osmanlının son döneminde başlayan liberal demokrasi ve insan hakları talebine dayanan mücadelenin, çoğunluğunu askerlerin oluşturduğu bir cemiyet tarafından gerçekleştirilmesi, anayasal tarihimizde demokrasinin gelişmesi açısından çok etkili olmuştur. Cumhuriyet tarihimiz boyunca demokrasinin benimsenmesi ve yerleşmesinin önündeki temel sorunların başında ordunun siyasallaşması gelmektedir. Bu olgu ise kökenini İttihat ve Terakki Cemiyeti’ndeki deneyimden almaktadır.