Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Popülizm ve Türk Anayasa Mahkemesi: Oyun Kurucu, Popülist ve Popüler

Bertil Emrah ODER, (Çev.) Oğuzhan Bekir KESKİN

Ağırlıklı olarak sağ partiler tarafından kullanılan popülist stratejiler bir süredir Türk siyasal yaşamının ayrılmaz bir parçası olmuştur.1 Türkiye’deki popülistler “millî irade”ye hitap ederek, laikleşme ve reforma inanan bürokratik elitler tarafından aslî kültürel kimliklerini -özellikle Müslümanlar olarak- terk etmeye zorlanan kişileri, hakiki yurttaşlar olarak nitelendirip sıklıkla sahiplenmektedirler.2

Türkiye’nin çok-partili düzene geçişi ve rekabetçi seçimlerin benimsenmesinin ardından, ilkin Demokrat Parti (DP) 1950’lerde popülist söylemi devreye sokmuş ve kitleleri bürokratik, devletçi ve laiklik yanlısı elitlere karşı başarıyla seferber etmişti. DP’nin mirası, ardından gelen muhafazakâr sağ partiler ve bunların Demirel, Özal ve Erdoğan gibi liderleri tarafından devralınmıştır. Bu liderlerin popülist söylem ve politikalarla desteklenen tartışılmaz seçim başarıları çağdaş Türkiye’yi biçimlendirmiştir. 1970’lerde Demirel ve lideri olduğu Adalet Partisi (AP), ekonomik kalkınma çağrıları ve “Büyük Türkiye” sloganıyla millî irade söylemini tamamladı. 1980 darbesinden sonra Özal ve lideri olduğu Anavatan Partisi’nin (ANAP) neoliberal popülizmi piyasa temelli ekonomik reformların ve orta sınıfın güçlendirilmesinin üzerinde durdu.3 2000’li yıllarda Erdoğan ve lideri olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) kendilerini, önceki hükümetlerin nobran, laiklik yanlısı, akılsız veya yozlaşmış politikalarının mağduru olan kesimlerin koruyucusu olarak göstermişlerdir. Son dönemdeki illiberal söylem bir kenara bırakıldığında, AK Parti, başlangıçta demokratikleşme ve Avrupalılaşma söylemleriyle çoğunlukçu ve dinî açıdan hassas söylemleri, popülizmin düzen karşıtı argümanıyla harmanlamıştı.4 AK Parti, bağlama göre dinamik bir şekilde yeniden tanımlanan elitleri dışlayıcı şekilde, “millet”in yegâne temsilcisi olma hususunda halâ esaslı bir iddiaya sahiptir.

Türkiye’nin sağcı liderleri, 1950’lerden sonra daima seçmenlerin baskın siyasal tercihini temsil ettiler. “Halkın gerçek temsilcisi” olarak muntazaman bürokratik elitlerin sınırlama ve denetimlerinden azade olduklarını iddia ettiler. Bu nokta, özellikle 1980’den sonra askerî vesayetin aleni ve üstü kapalı biçimlerinden mustarip olan Türkiye’de popülizm ve demokratik siyaset arasındaki karmaşık ilişkiyi teşhis etmenin anahtarıdır. Aynı doğrultuda, askerî ve diğer vesayet biçimlerinden azade olması gereken demokratik siyaset ile gerçek bir denge-denetim anlayışını reddeden popülist siyaset arasına bir çizgi çekmenin zorluklarına işaret eder. Türkiye gibi kırılgan demokrasilerde, vesayet karşıtı argüman genellikle kutuplaşma ve hınç siyasetine, kurumların kolonileşmesine ve sivil toplumun baskılanmasına yol açan illiberal popülizmi kolayca maskeleyebilir. Burada, kitlesel kayırmacılığı körüklemek için, refah politikaları ve devlet fonları popülizme kolayca hizmet edebilir.

“Dış sınırlamalardan azade olma” talepleri, Türkiye’de Anayasa Mahkemesi ile muhafazakâr sağ hükümetler arasındaki ihtilafın başlıca nedenidir. Bu hükümetler, elitleri yalnızca yabancılaşmış modernistler, laiklik yanlıları, devlet-merkezli ekonominin destekçileri, (Batılılaşmış) orta sınıf veya zengin sanayiciler olarak değil, ayrıca yargıçlar olarak da betimlemişlerdir. Çoğunlukçuluk-karşıtı bir kurum olarak Anayasa Mahkemesi, 1960 askerî darbesinin ardından kuruluşundan bu yana millî iradeyi gayrimeşru bir şekilde kısıtlayan bir başka vesayet organı olarak görülmüştür. Kritik politika tercihlerinde Mahkemenin zaman zaman aşırı politize ve aynı zamanda sağlam ve tutarlı hukukî argümantasyondan yoksun olan aktivist içtihadı bu imajı güçlendirmiştir.

2010 anayasa değişikliklerine değin Anayasa Mahkemesi yüksek profilli davalarda bir oyun kurucu olarak güçlü ve popülist hükümetlerle sık sık çatışmıştır. Bununla birlikte, Mahkemeyi ve (o zamanki adıyla) Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun yapısını değiştiren 2010 anayasa değişikliklerinin ardından popülist politikalara gitgide artan bir yargı desteği sağlamıştır. 2010 anayasa değişiklikleri Anayasa Mahkemesi yargıçlarının sayısını, görev sürelerini, seçim usûlünü ve uygunluk kriterlerini yeniden düzenlemiştir. Hükümet çevreleri bu değişikliği vesayete karşı “hukukun üstünlüğü reformu” olarak sunarken, muhalifler mahkeme istifleme ve yargı bağımsızlığı hakkında endişelerini dile getirdiler. Bu arada, Mahkemenin insan hakları davalarında “savunmasızların savunucusu” olarak itibarı da yükseliş göstermişti. Bu durum, 2012 yılında İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS) kapsamında da güvence altına alınan anayasal haklar için bir bireysel başvuru usûlünün getirilmesiyle tetiklenmiştir.

İzleyen gözlemlerde, Mahkemenin bir oyun kurucudan popüler bir figüre dönüşen rolünü ele alıyorum. Türkiye’de 2017 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi değişikliği karşısında Mahkemenin gelecekteki imajı ise sonuç bölümünde tartışılmaktadır.

Yüksek Profilli Davalarda Anayasa Mahkemesi ve Popülizm: Oyun Kurucu

Anayasa Mahkemesinin yüksek profilli davalarda oyun kurucu olarak önceki rolü çoğunlukla siyasal alana gayrimeşru bir müdahale olarak görülmüştür. Üç kritik alan mahkemenin kararlarının etkisi ile popülist söylem arasındaki ilişkiyi gözlemlemek için özellikle önem arz eder. Bunlar genel olarak anayasa değişiklikleri, Refah Partisi’nin kapatılması ve cumhurbaşkanının seçim usûlüne ilişkindir.

Mahkeme, Refah Partisi’ni yasaklayarak yalnızca laiklik karşıtı değil, aynı zamanda popülizm araçlarını kullanarak kin ve şiddete teşvik eden din saikli bir siyasal partiye siyaset alanını kapatmıştır.5 Mahkemenin tutumu İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi tarafından da onaylanmıştır.6 İlk yıllarında Refah Partisi’nin mirasını reddeden ve demokratikleşme yanlısı olan yeni kurulmuş AK Parti’nin ılımlı yaklaşımı dikkate alındığında, dinî muhafazakâr sağ, Mahkeme ve İHAM tarafından mağlup edilmiş olan kine dayalı popülizmin tehlikelerinden ders almış gibi görünmekteydi. Ne var ki, 2008 yılında tartışmalı bir kapatma davasında AK Parti’yi görece zayıf gerekçelerle hazine yardımından yoksun bırakmaya hükmeden Mahkemenin kararı bir dönüm noktası oluşturdu. Kapatma davalarında, hazine yardımından yoksun bırakma, Türkiye’nin savunmacı demokrasisinin kapatma rejiminde anayasaya aykırı eylemlerde bulunan siyasal partilere uygulanacak alternatif ve daha düşük şiddetli bir yaptırımdır. Buna karşın Mahkeme, bu kararla nihaî olarak AK Parti hükümetinin güvenini kaybetmiş ve ardından laiklik yanlısı ve bürokratik kuvvetlerin müttefiki olarak yaftalanmıştır.

Mahkemenin değiştirilemezlik içtihadına göre, yükseköğretim kurumlarında başörtüsü yasağının kaldırılması hakkındaki 2008 tarihli kararı da Türkiye’deki popülist geri-tepkiyi anlamak açısından özellikle önem taşımaktadır.7 Örtünme hususu politikacılar tarafından hiçbir zaman gerçek bir perspektifle hak ve özgürlükler veya kadının toplumdaki konumu açısından tartışılmamıştır. Konu, elbette demokratik siyasetin bir gündem maddesiydi, ancak hararetli popülist söylemler ve kutuplaştırma stratejilerince kullanılıyordu. Laiklik yanlısı muhalefetin (Cumhuriyet Halk Partisi -CHP) tavizsiz duruşu örtünme konusunda müzakereci bir yaklaşımı da engellenmişti. Böylesi bir siyasal iklimde, Mahkeme, önceki içtihadında yerleşik olan anayasa değişikliklerinin denetimi yönündeki kendi kurumsal tercihini ana hatlarıyla takip etmiş ve İHAM destekli başörtüsü yasağını emreden kemikleşmiş anayasal yorumunu yinelemiştir.8 Mahkeme bu doğrultuda, yükseköğretim kurumlarındaki yasağı kaldırmayı amaçlayan anayasa değişikliklerini iptal etti. Bu karar daha kapsayıcı bir laiklik anlayışını tercih eden anayasa değişiklikleri için siyasetin önceliğine bir saldırı olarak görülmüştür.

2007’deki cumhurbaşkanlığı seçimleri hakkındaki içtihat da vesayet-karşıtı tartışmayı tetiklemiştir. Burada Mahkeme, parlamentoda gerçekleşmekte olan seçim sürecindeki toplantı yeter sayısının yorumlanmasına ilişkin daha önce görülmemiş ve bilimsel olarak tartışmalı bir meseleyi ele almak zorunda kaldı.9 En güçlü cumhurbaşkanı adayını aday göstermiş olan AK Parti, seçim için ilk toplantı yeter sayısının, parlamentonun karar alma mekanizmasına ilişkin anayasadaki genel hükme göre belirlenmesi gerektiğini iddia etti. İlgili madde, anayasada özel hüküm bulunmadıkça, parlamento üye sayısının en az üçte bir çoğunluğunu (184 milletvekili) arıyordu. Bununla birlikte, cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin anayasa maddesi, yeterince açık olmayan bir üslûpla, üçte iki çoğunluğa (367 milletvekili) atıfta bulunan spesifik bir prosedürü tanımlıyordu. Sonuç olarak, Mahkemenin yargısal tercihi lafzî ve ereksel kanıtlar (“cumhurbaşkanlığı için uzlaşı”) esasında toplantı yeter sayısını üçte iki nitelikli çoğunluk yönünde yorumlamıştır. Mahkemenin (367 kararı olarak adlandırılan) bu davada vardığı sonuç temelsiz değildi, ancak ilgili yetersayı normlarının gerekçelerini ve istikrarlı olmayan parlamenter uygulamaları dikkate alma hususunda eksiklikleri vardı. Daha önemlisi, dinî muhafazakâr AK Parti hükümeti ve onun cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’e doğrudan bir meydan okumaydı.

Mahkemenin bu türden yüksek profilli davalardaki içtihatları ne popülist söylemi azalttı ne de seçmenleri kitlesel olarak mobilize eden ve onların güvenini kazanan önde gelen siyasal aktörleri ehlîleştirdi. Aksine, çoğunlukçu tercihlere meydan okuma çabaları, Mahkemeye karşı bir tepki yarattı ve onun defaten halkın gerçek temsilcilerine engel koyan bir vesayet kurumu olarak vasıflandırılmasına yol açtı.

Mahkemenin yüksek profilli davalarda yeterince iyi yapılandırılmamış muhakemesi, güvenilirliğini zedeleyen bir etken olarak kabul edilebilir. Yüksek siyasal önemi haiz sorunlarda, Mahkemenin petitio principii’den kaçınmak için hukukî argümantasyon hususunda daha dikkatli ve özenli bir yaklaşım benimsemesi beklenirdi. Bununla birlikte, bu gibi meselelerin sert kamusal tartışmalar dolayısıyla aşırı siyasallaşması, Mahkemeye yönelik tepkiyi açıklamak için daha belirleyici görünür. Muhalefetin uzlaşmaz tavırları ve ordu mensuplarının tartışmalardaki dahli de akılcı bir siyasal analiz yapmayı zorlaştırmıştı. Bu olgu, yargının da dâhil edildiği elitlerin vesayetine meydan okuyan popülist tutumu besledi. Anayasa Mahkemesini ve genel olarak yargıyı çevreleyen vesayet tartışması, 2010 anayasa değişikliklerine yol açmıştır.

Anayasa Mahkemesinin Yargısal Popülizmi ve Popülerliği

2010 anayasa değişiklikleri, yargının şekillenmesinde yeni bir dönem anlamına gelmektedir. Değişiklikler, Anayasa Mahkemesinde hâlihazırda görevli olan yargıçları korudu, ancak yeni yargıçlar ekleyerek üye sayısını arttırdı. Parlamentonun seçim prosedürüne dâhil olduğu durumlarda atama usûlü ve yargıçların üye seçilebilme yeterliliği değişikliğe uğramıştır. Ayrıca, temel hak ve özgürlüklerin ihlal edilmesi hâlinde Mahkemeye erişime izin veren bireysel başvuru usûlü getirilmiştir.

Değişiklikler aynı zamanda (o zamanki adıyla) Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısını da tüm kıdemli yargıç ve savcılara Kurul’un bir kısım üyelerini seçme hakkı tanıyacak şekilde değiştirmiştir. Değişiklikler hakkında Anayasa Mahkemesinde iptal davası açıldığında Mahkeme oldukça başarısız bir strateji benimsemiş ve değişikliğin bir bölümünü iptal etmiştir.10 Herhangi bir tatmin edici argümantasyon izlemeksizin Mahkeme, Kurul seçimlerinde “bir yargıç/savcı bir oy” ilkesini anayasaya aykırı bulmuştur. Mahkemenin bu tercihi, hükümetin hazırladığı ve Kurul’daki tartışmalara damgasını vuracak olan aday listelerinin seçilmesine yol açarak yürütmenin yargıyı ele geçirmesi hususundaki soruları beraberinde getirdi.11

2010 yılından bu yana Mahkeme, kritik davalarda hükümetin yasama tercihlerini giderek daha fazla desteklemektedir. Bu yeni itaatkâr yaklaşım, ölçülü bir uyuşumdan ziyade, tartışmalı politika tercihleri için açık yargısal destek sunma anlamına gelmesi bakımından ayırt edicidir. Bu ideolojik değişim, Mahkemenin içtihatlarında ve yerleşik doktrinlerinde büyük değişiklikler gerektirmiştir. Laik devlet ilkesinin yorumlanması böyle bir paradigma değişimini betimleyen alanlardan birini teşkil eder. Burada, 4+4+4 olarak adlandırılan yasaya dayanan eğitim reformunun denetimi iyi bir örnek olabilir.12 İlgili yasa, çoğunluk dinini, özellikle de Müslüman kimliğini besleyen popülist politikalar için bir mihenk taşıdır. Burada Mahkeme, ortaokul ve lise müfredatlarında İslamî eğitim dersleri öngören yasayı Anayasa’ya uygun bulmaktadır. Türkiye hâlihazırda ilkokul, ortaokul ve liselerde zorunlu din eğitimi sistemine sahiptir ve bu sistem İHAM tarafından yapılan denetimde çoğulculuğu yadsıyarak Sünnî İslam’ın endoktrinasyonu olduğu yönünde eleştiriye tabi tutulmuştur.13 Yasa, tamamen devlet tarafından desteklenen ilave seçmeli İslamî eğitim dersleri getirmekte ve başka hiçbir din için böylesi dersler öngörmemektedir. Mahkeme, Türkiye için yeni bir “esnek laiklik” kavramından hareketle, çoğunluk dini (İslam) için dinî hizmetleri kolaylaştırma ve sağlama adına “devletin pozitif yükümlülüğünü” somutlaştıran yeni yasayı Anayasa’ya uygun bulmuştur. Böylesi bir yükümlülük, din özgürlüğü ve laik devlet ilkesi için nötr güvenceler içeren Anayasa’dan pek de çıkarsanabilir değildir. Mahkemenin yargıç-yapımı bir “esnek laiklik” kuramına dayanan yargısal popülizmi hükümetin dinsel popülist politikalarını güçlendirmiştir.

Bir başka yeni olgu da Mahkemenin popülerliğinin artmasıdır.14 Bunun nedenleri, büyük ölçüde 2012’den beri uygulanmakta olan bireysel başvuru mekanizmasının benimsenmesine atfedilebilir görünmektedir. Bireysel başvurular Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile İHAS ve Türkiye tarafından onaylanan protokolleri kapsamındaki temel hak ve özgürlüklerin ihlâli gerekçesiyle başlatılabilir. Şimdiye kadar, İHAM kararları çeşitli kritik davalarda takip edilmiştir. Mahkemenin sınırlı argümantatif yaratıcılığına ve Strazburg içtihatlarından yapılan kapsamlı çevirilere karşın, bireysel başvurunun genel olarak olumlu bir etkisi olmuştur. Toplumun farklı kesimlerinden başvuruların olması Mahkemenin yurttaşların gözünde erişilebilirliğini ve görünürlüğünü artırmıştır. İnsan haklarına ilişkin sistematik ihlâller ve acil meseleler gitgide artarak Mahkemenin önüne getirilmektedir. Twitter ve YouTube yasakları, avukatlar için başörtüsü yasağı, ataerkil soyadı düzenlemeleri, ifade özgürlüğü ve özellikle gazetecilik veya çevre koruma meselelerindeki içtihatları Mahkemeye yönelik beklentileri ve kamusal güveni arttırmıştır.15

Ne var ki, bireysel başvuru mekanizmasının şeklî sınırları ve kendisini dizginleyici yaklaşımı dolayısıyla Mahkemenin popülerliği oldukça kırılgandır. Genel olarak Mahkeme, popülist stratejilerin anayasal sınırlarını denetlemek için mihenk taşı olabilecek adil seçimler veya seçimlerde hileye ilişkin iddiaları reddetme eğiliminde olmuştur.16 Mahkemenin popülerliği, yakın geçmişte gazetecilerin gözaltına alınması gibi siyasal açıdan önemli davalarda başvuruları ele almayı geciktirme eğilimi nedeniyle de tehlikeye girmiş görünmektedir. Mahkemenin bu konularda gecikmesi, geçmiş içtihadında ifade özgürlüğüne yönelik genel olarak takdire şayan duruşuna karşın, kamu onayını olumsuz yönde etkileyebilecektir.