Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Modernleşme Tipolojilerinde Parlamentoların Gelişimi: İngiltere, Fransa ve Almanya Örneği

Development of Parliaments in Modernization Typologies: The Cases of England, France and Germany

Derya DOĞRU

Modernleşme 17. yüzyılda gelişmeye başlamıştır ve 19. yüzyıl boyunca modernlik ve batılılaşma özdeş kavramlar olarak anlaşılmıştır. Ancak modernleşme her ülkede aynı süreçlerden geçmemiştir. Bu nedenle günümüzde batı tipi modernleşme-batı dışı modernleşme ayrımı ile karşılaşılmaktadır. Ayrıca, batı modernleşmesi de her ülkede aynı gelişimi göstermediği için, kendi içerisinde farklı tasniflere tabi tutulmaktadır. Burjuva devrimleri yoluyla modernleşme, militarist ya da tepeden inmeci modernleşme ve komünist devrim yoluyla modernleşme tipleri batı modernleşmesinin türleri olarak ifade edilmektedir. Çalışmamızın konusunu ise batı tipi modernleşmede parlamentoların gelişimi oluşturmaktadır. Bu bağlamda, burjuva devrimleri ile parlamentonun gelişim gösterdiği İngiltere ve Fransa birinci gruba girerken, tepeden inmeci bir yol izleyen Almanya örneği ikinci gruba örnek teşkil etmektedir. Söz konusu ayrımların ışığında İngiltere, Fransa ve Almanya’nın modernleşme sürecinde görülen toplumsal değişiklikler ve modern devletin oluşumunda büyük önem taşıyan parlamentoların bu ülkelerdeki tarihi gelişimi incelenecektir.

Modernleşme, Modern Devlet, Batı Tipi Modernleşme, Batı Dışı Modernleşme, Burjuva Devrimleri, Militarist ya da Tepeden İnmeci Modernleşme, Parlamentoların Gelişimi.

Modernization began to develop in the 17th century, and throughout the 19th century, modernity and westernization were understood as identical concepts. However, modernization has not gone through the same processes in every country. Therefore, the distinction between western-type modernization and non-western modernization is encountered today. In addition, since western modernization does not show the same development in every country, it is subject to different classifications within itself. Types of modernization through bourgeois revolutions, militarist or top-down modernization, and modernization through communist revolution are expressed as types of western modernization. The subject of our study is the development of western-type modernization parliaments. In this context, England and France, where the parliament developed with the bourgeois revolutions, are in the first group, while the example of Germany, which follows a top-down path, sets an example for the second group. In the light of these distinctions, the social changes seen in the modernization process of England, France and Germany and the historical development of the parliaments in these countries, which are of great importance in the formation of the modern state, will be examined.

Modernization, Modern State, Western-Style Modernization, Non-Western Modernization, Bourgeois Revolutions, Militarist or Top-Down Modernization, The Development of Parliaments.

Giriş

Felsefi temelleri aydınlanma düşüncesine dayanan, 17. yüzyılda Avrupa’da başlayan ve günümüzde neredeyse tüm dünyayı etkisi altına alan modernleşme, her ülkede farklı dinamiklerden beslenerek ve farklı süreçlerden geçerek ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan modernite, belirli bir zaman dilimi ve coğrafi çıkış noktasıyla ilişkilendirilmektedir.1 19. yüzyıl boyunca modernlik ve batılılaşma özdeş kavramlar olarak kullanılmasına rağmen, modernleşme tipolojilerine bakıldığında günümüzde “batı tipi modernleşme ve batı dışı modernleşme” ayrımıyla karşılaşılmaktadır.2 Esasında modernleşme batıda başladığı için batı dışındaki modernleşmeler batıyı örnek alarak batılılaşma hareketi içine girmişlerdir. Bununla birlikte, batı dışı modernlik kavramını “alternatif modernlik” olarak ifade eden Göle, her ne kadar batıdan etkilenmiş olsa da batılı olmayan toplumların modernleşmesini ele alırken, batıyı merkezi konumdan çekerek, bu toplumların modernleşmesinin kendine özgü yerel koşulları altında değerlendirilmesi gerekliliğini ifade etmektedir.3

Ayrıca batı tipi modernleşmenin de her ülke için özdeş gelişim ve sonuçlar doğurduğu söylenemez. Avrupa’nın üç ülkesi İngiltere, Fransa ve Almanya aynı coğrafyada yer almasına rağmen modernleşme süreçleri oldukça farklıdır. Bu kapsamda batı tipi modernleşme süreçleri incelendiğinde Moore’a göre, modern devlete geçişte üç yol bulunmaktadır. Birincisi, İngiltere’deki Püriten Devrim, Fransız Devrimi ve Amerikan İç Savaşı gibi, genel olarak burjuva devrimleri olarak ifade edilen devrimler sonucunda kapitalizm ile parlamenter demokrasiyi bir araya getiren yoldur. İkincisi, yine kapitalist özellikte olmasına rağmen, güçlü bir devrimci burjuva sınıfının oluşamadığı Almanya ve Japonya’da gerçekleşen ve tepeden inme bir devrimle endüstrinin geliştirilmesinin sağlanabildiği yoldur.4 Üçüncüsü ise komünist yol olan, Rusya ve Çin’de, esas olarak köylülerin yer aldığı devrimler aracılığıyla gerçekleşen komünist modernleşme yoludur.5

Çalışmamızın konusu bu bağlamda batı tipi modernlik içerisinde yer alan İngiltere, Fransa ve Almanya’nın modernleşme sürecinde görülen toplumsal değişiklikler ve modern devletin oluşumunda ve demokrasinin gelişiminde büyük önem taşıyan parlamentoların bu ülkelerdeki tarihi gelişimiyle sınırlandırılmıştır. Moore’un yaptığı tasnif içerisinde İngiltere ve Fransa kapitalizmle parlamenter demokrasiye geçiş olan birinci gruba girerken, Almanya tepeden inme bir yöntemle modernleşmeyle tanışmıştır. Üç ülkenin de Avrupa ülkesi olmasına rağmen neden farklı özellikler gösterdiği dikkat çekicidir. Bunun yanı sıra İngiltere ve Fransa birinci gruba dâhil olmalarına rağmen modernleşme süreçleri ve parlamentolarının gelişimi oldukça farklıdır. Bu kapsamda çalışmamızda öncelikle modernleşme ve modern devlet ele alınacak, ardından bu üç ülkenin toplumsal yapılarında yaşanan değişimler ve bu değişimlerin parlamentoların gelişimi üzerindeki etkileri incelenecektir. Bu bağlamda bu üç ülkenin modernleşmesini derinden etkileyen toplumsal ve ekonomik özelliklerinde görülen farklılıklar karşılaştırılarak, söz konusu farklılıkların altında yatan nedenler ve bunların yol açtığı sonuçlar değerlendirilecektir.

I. Modernleşme ve Modern Devlet

Batı’nın tarihsel gelişimi ve toplumsal evrimi içinde doğmuş olan ve egemen paradigma olarak tüm dünyaya yayılan modernite, birçok ülkeyi ve toplumu etkilemesi açısından batılılaşma olarak da ifade edilmektedir. Modernlik terimi Roma’dan günümüze dek çeşitli anlamlarda kullanılmıştır.6 Fransızca “moderne” kelimesinin karşılığı olarak dilimize geçen “modern” sözcüğü; ilk anlamına bağlı olarak, içinde bulunulan çağa ait, bu çağda ortaya çıkmış; eski olandan yeni olana geçişi belirtmek amacıyla; kendini “eski” ile kıyaslayan ve kendisinin “yeni” olduğunu vurgulayan bir dönemi ifade etmektedir.7

Bununla birlikte, modernlik, salt değişim ya da olaylar silsilesi değildir; akılcı, bilimsel, teknolojik ve idari etkinliğin ürünlerinin yaygınlaştırılmasıdır. Modern öncesi toplumun hukuki özelliğine bakıldığında, Batı Avrupa halkları arasında on birinci yüzyıldan önceki dönemde hukukun ayrı bir düzenleme veya bir düşünce sistemi olarak mevcut olmadığı görülür. Kuşkusuz her toplumun hem seküler hem de kiliseye ait sayısız yazılı olmayan hukuk kuralı ve kurumlarının yanı sıra, merkezi otoriteler tarafından ara sıra yapılan yasal düzenlemeleri içeren kendi yasal düzeni vardır. Buna karşın hem seküler hem de dini alanda eksik olan şey, hukukun diğer sosyal kontrol süreçlerinden ve entelektüel ilgi alanlarından açık bir şekilde ayrılmasıdır.8 Modernlik fikri, modern öncesi toplumun temel özelliği olan dini yapının ve toplumun merkezindeki Tanrı’nın yerine akıl ve bilimi koyarak, dinsel inançları özel yaşam alanına bırakmıştır. Bunun yanında modern toplumda, entelektüel etkinliğin siyasal propagandalar ve dinsel inançlardan korunması, yasaların tarafsızlığının sağlanması, kamu ve özel yönetimlerin kişisel bir iktidarın aracı haline gelmesinin önlenmesi ve özel mülkiyetle devlet bütçesinin ayrılması gerekmektedir.9 Modern öncesi dönemde Ortaçağ kilisesini içermeyen kabul edilebilir bir devlet tanımı yapmak imkânsızdır. Dolayısıyla modern devletin doğuşunda ortaçağ kilisesinin etkisinin kaldırılması çok önemlidir.10

Modern devlet, feodal parçalanmışlığın yol açtığı parçalı iktidar yapısının coğrafi ve siyasi merkezileşme yoluyla aşılması sonucu ortaya çıkmıştır. Siyasi merkezileşme ise hukuki ve idari merkezileşmeyi sağlamıştır. Bu açıdan modern devlet, iç ve dış egemenlikle donanmış coğrafi ya da mekansal egemenlik birliği olarak tanımlanabilir. Bu özellikleri yönüyle modern devlet, feodalitenin bütün unsurlarının köktenci bir şekilde tasfiyesi anlamını taşımaktadır.11

Ortaçağın siyasal sistemi olan feodalitenin çözülmesi ve yerini modern devletin alması her açıdan köklü bir dönüşüm süreci olmuştur. Çünkü burada söz konusu olan, içerde yerel ve sınıfsal iktidara sahip feodal beylerin alt edilerek, idari yapı ve hukukun merkezileşmesinin sağlanmasıdır. Böylece merkezileşen iktidar cezalandırma ve şiddet araçlarını tekel altına alacaktır. Aynı zamanda ortaçağ toplum yapısında siyasi bir iktidara sahip olan kilisenin etkisi kırılarak, din dünyevi alanın dışına çıkarılacaktır. Düzenli bir ordu kurularak, askeri yöndeki merkezileşme sayesinde de devletin dışa karşı savunulması ve korunması sağlanacaktır.12

Modern devletin temel özelliklerinin “merkezileşmiş bir egemenlik, yasal-akılcı bir meşruiyet ve bürokrasi ve şiddet tekeli” olduğu söylenebilir. Merkezileşmiş bir egemenlik modern devletin ön şartıdır. Yasal-akılcı meşruiyet modeli ise modern devlet ile hukuk arasında işlevsel bir bağlantı kurulmasını sağlar. Hukuk ile devlet arasındaki karmaşık ilişkilere dayanan modern devlet düzeni, devlet faaliyetlerini yürütmekle görevli kimselerin kişiliklerinden bağımsızlaşması ve bununla bağlantılı olarak yetki ve sorumluluk unsurlarının bu faaliyetlerin asli bileşenleri haline gelmesiyle işleyebilir. Bunun içinde etkili ve rasyonel işleyen kudretli bir bürokrasiye ihtiyaç vardır. Son olarak ise bu örgütlenmenin başıboş olması düşünülemez ve modern devletin denetim ve gözetim faaliyetleri için şiddet araçlarının da merkezileşerek kontrol altına alınması gerekir.13

Marksist görüşü benimseyen yazarlar için modern dünyayı biçimlendiren ana dönüştürücü güç kapitalizmdir. Modernliğin belirginleşen toplumsal niteliği hem ekonomik düzeni hem de diğer kurumları açısından kapitalisttir.14

Giddens modern toplumların kapitalist mi, yoksa endüstriyel mi olduğunu sorgulamaktadır. Endüstrileşmenin kapitalizmin bir alt türü olduğu şeklinde ifade edilen indirgemeciliğe karşı çıkmakta; kapitalizm ve endüstrileşmeyi birbirinden ayırmaktadır. Ona göre kapitalizm, özel sermaye mülkiyeti ile mülksüz ücretli emek arasındaki ilişki merkezinde yoğunlaşmış bir meta üretim sistemidir. Endüstrinin ana karakteristiği ise cansız maddi güç kaynaklarının mal üretiminde kullanımıdır ve makineler bu üretim sürecinde merkezi rol oynar.15

17. ve 18. yüzyıllarda geliştirilen değer sistemi Ortaçağ’ın tutarlı değer ve tavırlar kümesiyle yer değiştirmiştir. 16. yüzyıla gelinceye kadar hayatın doğal döngüsünden farklılık gösteren hiçbir ekonomik faaliyet söz konusu değildir. Neredeyse bütün tarih boyunca yiyecek, giyecek, barınak ve diğer temel ihtiyaçlar yalnızca kullanım değeri amacıyla üretilmiş ve karşılıklılık esası üzerinden kabile ve gruplar arasında bölüşülmüştür. İhtiyaç fazlası üretim söz konusu olmadığı için bir pazara da gereksinim yoktur. Çünkü bu bir eksiklik olarak görülmemekte, aksine gereksiz bulunmaktadır.16 Ancak modernleşmeyle birlikte üretim alanındaki mevcut inanç ve değerler sistemi büyük bir değişime uğramıştır.17 Böylece Ortaçağ feodal yapısına hakim olan kapalı tarıma dayalı ekonomik düzenden, ticaret faaliyetlerinin ağırlık kazandığı ve pazarın mevcut olduğu, açık ekonomik düzene geçilmiştir.18

Bu yüzyıllarda bireyciliğin yeni değerleri, mülkiyet hakkı19 ve temsili hükümet, geleneksel feodal sistemin çöküşüne yol açıp, aristokrasinin gücünü sınırlarken, eski ekonomik düzen, bir ulusun zenginliğine giden yolun dış ticaret yoluyla sermaye biriktirmekten geçtiğine inanan kuramcılar tarafından savunulmuştur.20

Ekonomik sistem açısından geleneksel devletin bu şekilde dönüşümünü sağlayan kapitalist sistemde, siyasi açıdan burjuva sınıfının, feodalizmi tamamen ortadan kaldırabilmek için krallarla işbirliği yaptığı, ancak gücünü yeterince artırdığında mutlakiyetçi yöneticilere isyan ettiği ileri sürülür. Bununla birlikte, kapitalist unsurların mal ve emek piyasalarının genişlemesini güvence altına alma arzularının bu sürecin zeminini oluşturan asıl uyarıcı güç olduğu varsayılır. Öyle ki burjuvazi devletin güç alanını sınırlamaya çalışmıştır.21 Mutlak yönetimlerin sınırlanması noktasında görülen en önemli gelişme ise, temsili yönetimin yapıtaşı olan “parlamentoların” ortaya çıkmasıdır.

Başlangıçtaki işbirliğinde her iki tarafın da menfaati vardır. Burjuva parçalı yapı olan feodal sistemin müphemliğinden ve güvensizliğinden kurtulmuş; merkezi egemen olan kral da para ekonomisi sektöründeki gelişmelere paralel olarak bu büyük zenginlikten payını almıştır. Vergilerle zenginliği artan kralın askeri gücü de artmıştır. Parayla asker ve şövalye satın alma usulü yaygınlaşmıştır. Savaş tekniğindeki gelişme22 ile önemsiz görülen ayak takımı piyadeler savaşta önemli hale gelmiştir. Bununla sadece Ortaçağ savaşçı zümresinin savaş üstünlüğü değil, aynı zamanda silah tekeli de kırılmıştır. Yalnızca asil ve soyluların savaşçı olması durumu, soylunun en iyi ihtimalle maaşı ödenmesi gereken bir birliğin subayı olduğu duruma dönüşmüştür. Böylece soyluların büyük çoğunluğu görece özgür savaşçı ve şövalyeler olmaktan çıkıp merkezi egemenin emrinde maaşlı çalışan kişiler olmuştur. Bunun sonucunda ise, soylular toplum içinde erk kaybederken, burjuva sınıfı üstünlük kazanmıştır.23

II. İngiliz Moderleşmesinde Parlamento

Britanya Adası’nda milattan önceki devirlerde Kelt ırkına mensup kavimler yaşamış, MS. 43 yılında Romalıların adayı işgali ile adada Roma İmparatorluğu egemenliği başlamış ve Romalıların adayı terkine kadar bu dönem devam etmiştir. Ardından Britanya yönetimi, İskoçya’dan gelen barbar akınlarına karşı Germen kavmi olan Angel ve Saksonlar’dan yardım istemiştir. Angel ve Saksonlar adayı işgal ederek, Anglo-Sakson Krallığı’nı kurmuştur. İngiltere’nin ulusal tarihi de bu dönemden sonra başlar.24

İngiltere 19. yüzyılın başından başlayarak, 20. yüzyılın yarısına kadar, dünyanın en güçlü ülkesi olarak bilinmektedir. Güneş batmayan imparatorluk olarak anılan İngiltere, bu duruma gelinceye kadar iç çalkantılara da sahne olmuştur. 17. yüzyılda iç savaşla mücadele etmiştir.25

Ortaçağ siyasal sisteminin temel unsuru olan parçalanmış iktidar yapısının hakim olduğu feodal yönetim sistemi her ülkede farklı nedenlerle ortaya çıkmıştır. İngiltere’de kral kendi iktidarını güçlendirmek için feodal bir düzen kurmuştur. Feodalite devletin zayıf olmasından dolayı ortaya çıkmamıştır. Tersine güçlü Norman prensinin kurduğu ve zorla kabul ettirdiği bir sistemdir. Avrupa’da mevcut olan feodal parçalanmışlık ve feodal anarşi daha yumuşak bir görünüm arz etmektedir. Çünkü İngiltere’de güçlü bir merkezi monarşi olmakla birlikte, krallar feodal beylerin istemlerini göz önünde bulundurdukları ve hukukla bağlı kaldıkları için daha dengeli ve istikrarlı bir yönetim gerçekleşebilmiştir.26 Fransa’da ise feodalite, Karolenj İmparatorluğu’nun batışının bir sonucu, devletin dağılmasının ortaya çıkardığı bir durumdur. Bu dönemde kral, ulusal devlet şefi sıfatıyla sahip olduğu yetkileri kabul ettirmek için yeterince güçlü olmadığı için, ancak “prima inter pares-eşitler arasında birinci” olmuştur. İki ülke arasındaki bu farklılık temsili rejimin farklı şekillerde kurulmasında ve gelişmesinde büyük rol oynamıştır.27

Püriten Devrimi olarak da bilinen İç Savaş’ın nedeni büyük ölçüde din davasıdır. Avrupa Kıtası’nda Martin Luther’in başlattığı hareketin tüm hızıyla devam ettiği sırada, İngiltere Kralı VIII. Henry’nin tahtını devredecek bir erkek çocuğunun olmaması sorunu söz konusudur. VIII. Henry, boşanması Katolik inancına göre yasak olduğu için son çare olarak “Church of England” adını verdiği Anglikan Kilisesi’ni Papalık otoritesinden çıkararak başına kendisi geçmiştir. İngilizler arasında özellikle Calvin’in formüle ettiği biçimde Protestanlık yani Püritanizm revaçta olmuştur. Ancak resmi kilise olan Anglikanizm bu radikal Protestanların dinden beklentilerini karşılayamamıştır.28

İngiltere’de bu dönemde VIII. Henry’nin geldiği Tudor hanedanı tahtı bırakacak yeni kralın olmaması sorunuyla karşılaşıldığı için, Stuart hanedanından gelen İskoçya Kralı James tahta geçmiştir. James’in oğlu I. Charles tahta geçtiğinde ise dini parçalanmalar nedeniyle İç Savaş başlamıştır. Church of England’a bu dönemde “High Church” deniyordu ve bir de “Low Church” vardı. Bu ayrım kilise mensuplarının toplumsal statüsüne göre yapılmıştır. Aristokrasi ve bu sınıfın yakınları, yandaşları ve Kral’ın çevresindekiler Yukarı Kilise’yi, orta sınıf ve onun da altındaki daha büyük kalabalık ise Aşağı Kilise’yi meydana getirmektedir. Aşağı Kilise’nin mensupları statükoya ve kurulu nizama karşı oldukları için, Protestanlığın daha radikal biçimlerine sempati duymuşlardır.29

Bu çatışmanın yanında ortada ciddi siyasi sorunlar da vardı. “Dissenter (Muhalif)” veya “Non-Conformist (Genel Gidişe Uymayanlar)” gibi adlarla anılan Püritenler, parlamento yönetiminden yanaydı. Kral taraftarları ve aristokrasi parlamentoya sempati duymuyordu. Kısacası, dinen Püriten denilen grup toplumsal düzende öncelikle burjuva olarak yer alıyordu ve siyasi görüş olarak da ülkenin en önemli kararlarının seçilmiş meclis üyeleri tarafından verilmesinden yanaydı. Görüldüğü üzere İç Savaşı sadece dini temellere oturtmak pek mümkün görünmemektedir.30

Bu iç savaşın kazanan tarafı olan burjuva sınıfı İngiltere’nin modernleşmesinde önemli bir rol oynamıştır. İngiltere’nin bir ada ülkesi olması önemli bir korunma sağlamış ve sürekli büyük bir ordu bulundurmaya gerek olmamıştır. Bu durum ülkenin kazancının daha ekonomik alanlarda kullanılmasına olanak sağladığı için burjuva sınıfının oluşumunda önemli bir etken olmuştur. Ancak tek etken bu değildir. Asıl önemli etken, tarım sektöründe feodal üretim ilişkilerinin erken dönemde çözülmeye başlamasıdır. İngiltere’de kırsal kesimde “yeomen” denilen bir sınıfın geliştiği görülmektedir. Yeomen, kendi küçük toprağına sahip olan ve onu ekip biçen çiftçi-köylü kesimini ifade etmektedir. Ayrıca, üretim ilişkilerinin çözülmesinde 14. yüzyılda Avrupa’da baş gösteren ve kıta nüfusunun üçte birini yok eden veba salgını da rol oynamıştır.31

Bu gelişmelerin de etkisiyle, küçük mülk sahibi haline gelmiş bağımsız üreticilerin gelirleri arttıkça, feodallerin toprağını kiralayıp işletmeye başlamaları söz konusu olmuştur. Ortaçağ koşullarında bu durum kapitalizme doğru bir hareketlenme yaratmıştır. Aristokratların toprağını kiralayan yeomenlerin amacı kar elde etmek olmuş ve yoğun çalışma koşullarında ücretli emek kullanılmıştır. Böylece toprağını kiralayan senyörler de kırsal bölgelerden yavaş yavaş çekilmiştir ve kentte ticaretle uğraşmaya başlamıştır. Ayrıca bir kısım aristokrat da tarım topraklarını çevirerek (enclosure) koyun yetiştirmeye başlamış ve yün ticareti ortaya çıkmıştır. Böylece İngiltere’de toplum yapısı, alttan gelen yeomen ve aristokrat kesimden gelen ticarileşme hareketi ile büyük bir dönüşüme girmiştir.32

İngiltere, toplumsal yapının dönüşümü açısından, köylü sorununu da çitlemeler yoluyla halletmiştir. Dolayısıyla İngiltere’de Almanya’da olduğu gibi toprak sahibi üst sınıfların gerici amaçlarına hizmet edecek kitlesel bir köylü yoğunluğu olmamıştır.33

Parlamenter demokrasinin gelişmesinde güçlü ve bağımsız bir kentli sınıfının varlığının, olmazsa olmaz bir öğe oluşturduğu yolundaki Marksist savın büyük ölçüde doğru olduğu söylenebilir. Burjuva yoksa demokrasi de olmaz. İngiltere’de de durum bu şekilde gelişmiştir. Çünkü İngiliz toprak aristokrasisi erken dönemde ticaretle ilgili nitelikler kazanmaya başlamıştır.34

İngiltere’nin bahsettiğimiz kendine özgü toplumsal yapısı, özellikle ileride inceleyeceğimiz Fransa ve Almanya’da feodaliteden modern devlete geçişte belirgin farklılık göstermektedir. İngiltere’de feodalite kral eliyle kendi iktidarını güçlendirmek için kurulduğu için, ortaçağ döneminin belirgin özelliği olan kral ile feodal senyörler arasında Fransa’daki gibi keskin bir iktidar çatışmasından bahsedilememektedir. Ayrıca İngiliz aristokrasisinin toprağa bağlı kalmayıp, ticaretle uğraşmaya başlayarak kentlileşmesi de modernleşme açısından önem arz etmektedir. Bu açıdan İngiltere’de Fransa’daki gibi bir aristokrasi burjuva çatışması da yaşanmamıştır. Söz konusu özellikleri nedeniyle İngiliz aydınlanma ve modernleşmesi daha sakin bir ortamda ve uzunca bir tarihsel evrim sürecine yayılarak gelişmiştir. Oysa Fransız modernleşmesi daha keskin ve mücadeleci bir yapı göstermiştir.35