Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Sosyal Hakları Yeniden Düşünmek: Costas Douzinas’ın İnsan Hakları Öznesine Yönelik Eleştirileri Işığında Bir Deneme

Social Rights Revisited: An Essay in the Light of Costas Douzinas’ Criticism on the Human Rights Subject

Rıdvan TÜRK

Sosyal ve ekonomik hakların insan hakları içindeki konumu daima tartışmalı olagelmiştir. 20. yüzyılın ikinci yarısında bu haklar uygulama alanı ve görece bir etkinlik kazanmışlarsa da eleştiriler devam etmiş, hatta küreselleşme ve neoliberal politikaların yaygınlaşması ile birlikte yoğunlaşmıştır. Bu eleştirilerin de etkisiyle günümüzde sosyal hakların alanının daraldığı ve gerilemeye başladığı söylenmektedir. Bu çalışma, böyle bir zeminde sosyal hakların felsefi temellerini yeniden ele almayı ve insan hakları alanındaki merkezi önemlerini ortaya koymaya amaçlıyor. Çalışmada, Costas Douzinas’ın Hegel’e referansta bulunan insan hakları öznesi eleştirisi ve hakların işlevine yönelik açıklamalarından hareketle sosyal hakların önemine ilişkin iki yeni argüman geliştiriliyor. İki argüman, Douzinas’ın (i) insan hakları öznesinin daima öznelerarası olduğu ve (ii) hakların insan doğasından kaynaklanan evrensel ilkeler yerine karşılıklı tanınma mücadelesinde kişiyi destekleyen hukuki araçlar olarak kavranması gerektiği yönündeki iki tezinden kaynaklanmaktadır. (1) İlk argüman liberal söylemlerde görülen insan hakları öznesinin soyut, tekil ve kendi içine kapalı bir şeklindeki formülasyonunun öznelerarasılığa dayanan eleştirisinin bir sonucudur. Sosyal haklar, bireysel özgürlük vurgusuna karşı belirli bir toplumsallık anlayışını öne çıkarmaları bakımından bu yeni özne anlayışını yansıtırlar. Bu çerçevede sosyal haklar hem felsefi olarak daha tutarlı bir şekilde anlaşılabilir hem de merkezi bir önem kazanırlar. (2) Tanınma mücadelesinden kaynaklanan ikinci argüman, insan haklarının asıl amacı olan baskı ve tahakkümün ortadan kaldırılarak tam ve karşılıklı tanınmanın sağlanmasının tam da sosyal ve ekonomik hakların eşitlikçi özü ile mümkün olacağını iddia ediyor. Sonuçta sosyal hakların feragat edilebilir ahlaki idealler değil, insan haklarının vazgeçilmez unsuru ve hakların vaadinin asıl taşıyıcısı olduğu vurgulanıyor.

Sosyal Haklar, Modern Özne, Hegel, Öznelerarasılık, Tanınma Mücadelesi.

The position of social and economic rights within human rights has always been controversial. In the second half of the 20th century, although these rights gained a field of application and relative effectiveness, the criticism continued and even intensified with the spread of globalization and neoliberal policies. With the influence of these criticisms, it is said that social rights have begun to decline and their scope has narrowed. In such a background, this study aims to reconsider the philosophical foundations of social rights and to reveal their central importance in the field of human rights. This work presents (and develops) two new arguments in the light of Costas Douzinas’ critique of the human rights subject referring to Hegel and his explanations for the function of rights. The two arguments stem from Douzinas’ two theses that (i) the subject of human rights is always intersubjective and (ii) rights should be conceived as legal instruments supporting the individual in the struggle for mutual recognition, rather than universal principles stemming from human nature. (1) The first argument is a result of the critique of the human rights subject seen in liberal discourses on the basis of intersubjectivity. This subject is understood as an abstract, singular and self-enclosed . Unlike the emphasis on individual freedom, social rights reflect this new understanding of the subject in that they emphasize a certain understanding of community. In being so, social rights become philosophically more consistent while they also gain a central importance. (2) The second argument, arising from the struggle for recognition, claims that it is precisely with the egalitarian essence of social and economic rights that full and mutual recognition can be achieved by eliminating oppression and domination, which is the main goal of human rights. As a result, it is emphasized that social rights are not moral ideals that can be waived, but an indispensable element of human rights and the real bearer of the promise of rights.

Social Rights, Modern Subject, Hegel, Intersubjectivity, Struggle for Recognition.

Giriş

Sosyal ve ekonomik haklar, insan hakları kuram ve tartışmalarının en önemli başlıklarından biridir. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısı ikinci kuşak haklarla ilgili büyük tartışma ve gelişmelere sahne olmuştur. Bu dönemde sosyal haklar genel bir kabul görmüş ve sosyal refah devletinin gelişimi ile birlikte etkinlik kazanmışlardır. Gelgelelim yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve tüm dünyayı hızlıca etkisi altına alan küreselleşme ve onun ekonomik yönünü oluşturan neoliberal politikalar, sosyal hakların gittikçe daha fazla geri çekildiği yeni bir vasatın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Fakat yirminci yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşen sosyal ve ekonomik hak mücadeleleri ve kuramsal tartışmalar hayli tantanalı ve hararetliyken sosyal haklar kıtası bugün yavaşça ve sessiz bir şekilde sular altında kalıyor.

Bu sessizliğin kuşkusuz bazı pratik nedenleri var; hâkim politik güçler diğer alanları olduğu gibi insan hakları alanını da güçleri oranında büküp şekillendirebiliyorlar. Ancak bunun yanı sıra bazı kuramsal nedenler olduğu da söylenebilir. 20. yüzyıldaki kuramsal mücadeleler sosyal hakların başarısında önemli paya sahiptir. Yine de bu tartışmalarda öne sürülen argümanların tüketici veya tartışmayı sonsuza dek kapatabilecek güçte olduklarını düşünmemek gerekir. Günümüzde klasik argümanların açıklama güçlerinin azaldığı, sosyal haklar alanındaki gerilemelerin önüne geçmek için yeterli imkanlar sağlamadığı dile getirilmektedir. Gerçekten bugün farklı bir dünyadayız ve mevcut koşullar yeni bir insan hakları dilinin yaratılmasını zorunlu kılıyor.

Costas Douzinas’ın insan hakları eleştirisi, bu çerçevede, hakların savunusuna adanmış yeni bir gramer inşa etmeyi amaçlar. Douzinas’ın çıkış noktası, klasik-liberal yaklaşımların insan haklarının günümüzdeki görünümünü açıklamakta yetersiz, hatta başarısız olduklarıdır. Buna karşılık o, insan haklarının modern öznesine yönelik eleştiriden hareketle, liberal haklar felsefesini aşmayı amaçlayan yeni bir kuramsal açıklama şeması önerir. Douzinas’ın insan hakları eleştirisi, hak kuşaklarına ilişkin tartışmayı da çerçeveleyecek bir tarzda, insan haklarının kapsamı, amaçları ve doğasını yeniden ele alan büyük bir projedir. Fakat Douzinas özel olarak sosyal haklar tartışmasını gündemine almaz ve yeni bir sosyal haklar felsefesi öne sürmez. Yine de insan hakları felsefesini sil baştan kuran eleştirel yaklaşımı, sosyal haklar tartışmasını yeniden formüle etmek ve yeni çözüm yolları önermek için birçok imkân sunabilir.

Sosyal haklara ilişkin klasik tartışmayı aşmak neden önemlidir? Douzinas’ın insan hakları öznesine yönelik eleştirisinin merceğinden bakıldığında, ilk bakışta farklı pozisyonlara sahip tarafların mücadelesi gibi görünse de, sosyal hak tartışmasının, felsefi temeller bakımından müşterek bir zeminden kaynaklandığı anlaşılır. Tartışmanın tarafları kendi argümanlarını “özne”ye ilişkin ortak bir kavram dağarcığından türetmektedirler. Bu durumu bir vadi boyunca uzayıp giden tren raylarının ortasında duran ve rayların en uzak noktasına bakan bir gözlemcinin gördüğü şeye benzetebiliriz: Raylar gözlemcinin durduğu yerde birbirine paralel uzanırken, görüş açısı genişletilip uzağa doğru bakıldığında giderek birbirine yaklaşmaya başlarlar ve bir noktada gözlemciye birbiriyle kesişmiş gibi görünürler. Benzetme klasik tartışmaya uyarlanırsa, aslında ortada gerçek bir tartışma olmadığı, paralel iki doğrunun -yeterince uzağa bakılabilirse- bir noktada kesiştiğinin görülebileceği söylenebilir.

Bunun temel nedeni tartışmaların kurucu zemini olan modern öznenin, içi boş bir form olmayıp tarihsel, felsefi, ideolojik yüklerle yüklü olmasıdır. Modern özne bireyci bir dünya görüşünün uzantısı olan, özneyi ötekilerden bağımsız ve kendi içine kapalı bir bütünlük şeklinde kurgulayan modern, aydınlanmacı bir yaklaşımın yaratısıdır. Sosyal haklar lehine sunulan argümanlar, liberal haklar felsefesinin dilini kullandıkları için çoğu zaman farkında bile olmadan bu özne tasavvurunu miras alırlar. Oysa sosyal haklar, daha ilk ortaya çıkışlarından itibaren, bencil, yalnızca kendi çıkarlarını önceleyen soyut bir birey anlayışının karşısında konumlanmış, öznelerin toplum içinde ve toplumsal bağları gözeten bir özgürlüğe erişmesi için sahneye davet edilmişlerdir. Sosyal hakların vaadi sanıldığından çok daha radikaldir; fakat modern öznenin hayaleti sosyal haklara ilişkin argümanların içinde gezdikçe bunu ortaya sermek mümkün değildir.

İnsan haklarının felsefi temellerinin yeniden gözden geçirilmesi, daha doğrusu mevcut tartışmanın sahnesinin değiştirilmesi, sosyal hakların vaadinin tam olarak kavranması ve ortaya konabilmesi için bir gerekliliktir. Douzinas’ın Hegelci köklere dayanan insan hakları öznesi eleştirisi, günümüz koşullarında bir ihtiyaç olarak beliren yeni bir bakış açısı için ilk adımı sağlayabilir. Böyle bir soruşturmayı konu edinen bu çalışma, amacına uygun olarak üç bölümden oluşmaktadır. İlk bölüm klasik tartışmanın felsefi temellerini göstermeyi, bu çerçevede tarafların görünür karşıtlıklarının ardındaki müşterek alanı, yani ortak özne kavrayışlarını ortaya koymayı ve yeni bir felsefi yaklaşım için uygun zemini kurmayı amaçlıyor. Bu zemini devralan ikinci bölüm, modern öznenin felsefi soykütüğü ile başlıyor ve Douzinas’ın özneye yönelik Hegel felsefesinden kaynaklanan eleştirisi ile devam ediyor. Özne eleştirisini, bu eleştirinin sırasıyla insan hakları ve sosyal haklar açısından sonuçlarını ele alan çalışmanın üçüncü bölümü takip ediyor. Önce Douzinas’ın Hegel’in özne felsefesinin sunduğu imkanlardan hareketle inşa ettiği Hegelci insan hakları şeması, ardından bu şemanın sosyal haklarla ilgili ne gibi teorik açılımlar sağlayabileceği açıklanıyor. Çalışma sosyal hakların insan hakları açısından önemini ve merkezi konumunu vurgulayan tezlerin ortaya konması ile tamamlanıyor.

1. Sosyal Haklar Tartışmasının Tarihsel ve Kavramsal Çerçevesi

Tarihsel olarak incelendiğinde, hakların sayısındaki artışın insan haklarının karakteristik özelliklerinden biri olduğu söylenebilir. İnsan hakları, birkaç yüzyılda, Locke’un “yaşam, özgürlük ve mülkiyet” haklarından, ulusal ve uluslararası insan hakları bildirileri, sözleşmeler ve sözleşme ek protokollerinde öngörülen hak listelerine doğru genişlemiş durumdadır. Başka bir deyişle, tarihsel süreç içinde haklar, bireysel ve toplumsal yaşamın farklı katmanlarına yayılmış; sivil ve siyasal alandan başlayarak ekonomik, sosyal ve kültürel alana nüfuz etmiştir. Öte yandan, söz konusu politik, sosyal ve ekonomik varoluş alanlarının köklü bir biçimde yeniden düzenlenmesini talep eden bireysel haklar mantığı, çeşitli toplumsal ve ideolojik çatışmaları beraberinde getirmiştir. Bu bakımdan insan hakları tarihini, “hak mücadeleleri” tarihi, farklı toplumsal sınıfların çatışma tarihi veya çeşitli politik ideolojilerin mücadele alanı olarak okumak mümkündür.

18. yüzyılda büyük siyasal devrimlerin ertesinde ilan edilen ve devrim anayasalarına dahil edilen insan hakları, önceki birkaç yüzyılda siyasi ve felsefi düşüncede politik iktidarın meşruiyetine ilişkin öne sürülen yeni bir kuramsal çerçevenin ürünleriydi.1 Bu yeni çerçevede haklar, toplumsal ve siyasal organizasyona dair modern açıklama şemalarının merkezinde bulunur. Haklar, toplumu ve devleti önceleyen, herkesin doğal olarak veya doğuştan sahip olduğu birtakım menfaat ve özgürlüklere gönderme yapar. Hakların özneleri “birey”lerdir ve bir fikir olarak insan hakları, bireylerin toplumsal ve politik iktidar karşısındaki özerkliğini savunur. Hakların temel işlevi, bireylere kendi olanaklarını gerçekleştirebilecekleri özel alanlar yaratmak ve sınırlandırıcı bir hukuksal yapıya dayanarak iktidarı bu özel alanın dışına çıkarmaktır. Liberal siyaset düşüncesinin atomik birey kavrayışına dayanan bu söylem, bireylerin kendi çıkarlarının en iyi yargıçları olduklarını kabul eder. Atomik bireyin özgür doğası, toplumun genel faydası lehine sınırlandırılmamalıdır. Böylelikle, insan hakları söylemi içinde eşit, özgür ve özerk birey ve bu bireyin hakları toplumsal ve siyasal yapının temeline yerleştirilir.2

Tarihsel açıdan bakıldığında birey haklarını merkeze alan söz konusu insan hakları söylemi, 17. ve 18. yüzyıllarda büyük bir ekonomik güç elde etmesine rağmen siyasal etki alanı kısıtlı olan burjuva sınıfının siyasal ideolojisini yansıtır.3 Zira insan hakları, bu dönemde, kuramsal açıdan mevcut siyasal iktidarın otoritesini ve meşruiyet temellerini yerinden etmeye ve burjuva sınıfının çıkarlarına uygun bir biçimde yeniden biçimlendirmeye yönelik elverişli bir zemin teşkil ediyordu. Bu nedenle burjuva sınıfının desteklediği büyük siyasal devrimlerin politik olarak hak dilini kullanması şaşırtıcı değildir. Fakat bir süre sonra aynı dil Sanayi Devrimi ile ortaya çıkan “işçi sınıfı”nın taleplerine uyarlanmıştır.4 Burjuva siyasetinin biçimsel-hukuki eşitlik ve özgürlük vaatlerinin yanında ekonomik ve sosyal adalet taleplerini siyasetin gündemine taşıyan bu gelişme, insan hakları açısından bir dönüm noktasını ifade eder. Gerçekten işçi sınıfının hak diline tercüme edilen talepleri, 16. yüzyıldan itibaren gelişen insan hakları felsefesinde ve siyasi devrimlerin ilan ettiği bildirilerde öngörülmeyen bir hak kategorisini gündeme getirmiştir. Sosyal ve ekonomik haklar ilk andan itibaren radikal bir vaadin taşıyıcısı olmuşlar; ortaya çıktıkları bağlam itibariyle, burjuva siyasetinin siyasal ve sosyal zeminini sorgulayan ve haklara hayat veren felsefi açıklama şemalarının sınırlarını esneten bir nitelik arz etmişlerdir. Başlangıçta burjuva sınıfının gücünü pekiştirmek amacına yönelik siyasal taleplerin bir aracı olarak düşünülen insan hakları, işçi sınıfının müdahalesi ile -siyasal özgürleşmenin yanında- sermayenin mevcut ekonomik iktidarının dönüşümünü talep eder hale gelmiştir.

Sosyal haklar adıyla ifade edilen bu yeni hak kuşağının en temel karakteristiklerinden biri, toplumdan yalıtık bir birey yerine, toplum içinde anlam kazanan yeni bir birey anlayışına dayanmalarıdır. Toplumsal bir varlık olarak bireyin bu yeni formülasyonu, insan hakları ile iktidar arasındaki ilişkiyi de köklü bir biçimde dönüştürür. Artık haklar, siyasi iktidara, özel yaşam alanlarına müdahale etmemenin yanında, bireylerin toplumsal ve ekonomik durumlarını iyileştirme görevini de yükler.5 Dolayısıyla ekonomik ve sosyal haklar, insan hakları söyleminin dayandığı birey, özgürlük, eşitlik ve iktidar kavramlarının anlam alanlarını genişletme ve bu kavramlar arasındaki ilişkiyi yeniden formüle etme girişimi olarak değerlendirilmelidir.