Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Devletin Birliğini ve Ülke Bütünlüğünü Bozma Suçu

THE CRIME OF THE BREACH OF NATIONAL UNITY AND TERRITORIAL INTEGRITY

Zeynel T. KANGAL

Özet: 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 302. maddesinde devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma suçuna yer verilmiştir. TCK md. 302 ile korunan hukuksal değer, bireyin demokratik düzende yaşama hakkıdır. Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma suçu somut tehlike suçudur ve bu nedenle de aynı zamanda neticeli bir suçtur. Sadece cebrî hareketlerle işlenebileceğinden bağlı hareketli suçtur. Bu suçun ihmali hareketle işlenmesi mümkün değildir. Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma suçu terör suçu sayılmaktadır. Suçun konusu devlet toprakları, devletin bağımsızlığı ve devletin birliğidir. Suç tehditle işlenemez, sadece cebirle işlenebilir. Failin maddede gösterilen amaçlarla hareket etmesi hâlinde suçun manevî unsuru oluşur.

Anahtar Kelimeler: Somut Tehlike, Elverişli Hareket, Cebir, Tehdit, Terör Suçu.

Abstract: The crime of the breach of national unity and territorial integrity is regulated in the article 302 of turkish criminal code No. 5237. Legally protected value in the article 302 is the right of the individual to live in a democratic order. The crime of the breach of national unity and territorial integrity is a concrete danger crime and therefore also a crime with consequence. Because this crime can be commited only by coercive act, it is a crime with an attached act. This crime can not be commited by omission. The crime of the breach of national unity and territorial integrity is considered as a teror crime. The subject of this crime is the land, the independency and the unity of the state. This crime can not be commited by threat but can only be commited by coercion. When the perpetrator acts with the aims stated in the article, the mens rea condition becomes fulfilled.

Keywords: Concerete Danger, Convenient Act, Coercion, Threat, Teror Crime.

I. GENEL OLARAK

Günümüz özgürlükçü demokratik hukuk düzenlerinin temelini birey oluşturmaktadır. II. Dünya Savaşı sonrası insan hakları kavramının gelişim çizgisi de bireyin en üst değer olduğunu yeterince ortaya koymaktadır. Özgürlükçü bir hukuksal değer kavramının kökenleri aydınlanma çağına kadar uzanmaktadır. Aydınlanma düşüncesine egemen olan sözleşme teorisi devleti esas almakta ve belirli bir toprak parçasında yaşayanların tamamının, belirli organlara, birlikte yaşamalarını güvence altına almalarını devrettikleri bir sözleşme yaptıkları varsayımından hareket etmektedir. Bu halk kitlesi devlet adı verilen bir örgüt kurmakta ve ona ceza kanunları ve diğer kuralları yapmak suretiyle vatandaşları koruma görevini vermektedir. Ceza kanunu bireyin hareket özgürlüğünü kısıtlamakla beraber, barışçıl ve özgürlükçü şekilde birarada yaşamaya ulaşmak için gerekli olanın ötesinde bir yasak koyamamaktadır1. İnsan hakları üzerine kurulmuş özgürlükçü bir devlet sistemi bireyin özgür gelişimi için birtakım fonksiyonlara sahiptir. Devletin bu fonksiyonları “siyasal”, “idarî” ve adlî” fonksiyonları şeklinde ortaya çıkmaktadır. Devletin siyasal fonksiyonu, devletin ülke olarak varlığını sürdürmesi ve siyasal iktidarın anayasal normlara uygun olarak biçimlenmesi sonucunda bireyin demokratik bir hukuk düzeninde yaşama hakkını güvence altına almaktadır. İdarî bir yapı oluşturan devlet, idarî fonksiyonunun işlerliğini sağlaması sayesinde birey, dürüst, eşitlikçi ve şeffaf bir idarî düzende kamu hizmetinden yararlanma hakkını kullanabilmektedir. Devletin adlî fonksiyonu ise, yargı organlarına ve yargı kararlarına işlerlik kazandırılması suretiyle bireyin adil yargılanma hakkının hayata geçirilmesini sağlamaktadır. Devlet ile birey ilişkileri belirli bir siyasal iktidar düzeni, yani anayasal sistem meydana getirmekte ve bu sisteme uygun olarak ilişkilerin düzenlenmesi ve bu düzenlemeye uygun bir biçimde işlemesi devletin üç fonksiyonunun yerine getirilmesini sağlayarak bireyin maddî ve manevî gelişimine işlerlik kazandırmaktadır. Bireyin demokratik hukuk düzeninde özgür bir şekilde yaşaması ve kişiliğini geliştirebilmesi için devletin bu üç fonksiyonunun ve bizatihi kendi varlığının ceza hukuku aracılığıyla korunması da kaçınılmaz olmuştur. Tarihsel gelişim içerisinde “devletin korunması” toplumsal yapı, ekonomik gelişim ve siyasal olaylara bağlı olarak çeşitlilik göstermiştir. Çünkü toplumsal, siyasal ve ekonomik değişimler devlet kavramını kendi anlayışına göre yeniden tanımlamakta, devlet – birey ilişkilerini yeniden şekillendirmektedir. Dolayısıyla yeni yapının korunması gerekliliği de “devlete karşı suçların” yeniden ele alınmasını sonuçlamaktadır.

765 sayılı ve 1926 tarihli Türk Ceza Kanunu’nun mehazı 1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunu, liberal demokratik bir sisteme ve “jandarma devlet” anlayışına göre kaleme alınmıştı. Bu Kanun’un yapıldığı dönemde burjuva demokratik düzenine karşıt fikirler ve bu fikirler çerçevesinde gerçekleştirilen fiiller kendini göstermeye başlamıştı. Özellikle anarşist fiiller nedeniyle İtalyan kanun koyucusu özel kanunlar çıkararak 1889 tarihli Ceza Kanunu’nun liberal yapısıyla çelişen bir devleti koruma sistemi kurmuştu2.

İtalya’da 1889 tarihli Ceza Kanunu’nun kabul edildiği dönemin siyasal ortamı ile 1926 Türkiye’sinin siyasal ortamı ve yapısı çok farklıydı. İmparatorluktan ulus devlete ve cumhuriyete geçiş döneminde bulunan Türkiye sanayileşmemiş ve feodal unsurlardan arınamamış bir ülkeydi. Türkiye monarşik ve teokratik devlet düzeninden lâik cumhuriyet düzenine devrimler yoluyla geçmeye çalışmakta, devrimlerin üst yapı kurumları aracılığıyla bütün topluma yayılması öngörülmekteydi. Dolayısıyla çoğulcu ve liberal bir demokratik yönetim anlayışı henüz ortada yokken benimsenen liberal bir Ceza Kanunu devrimlere gösterilen radikal tepkilere cevap vermekten uzaktı. Devrimleri pekiştirmek için devlete karşı suçlar bakımından daha katı düzenlemelere ihtiyaç duyulmuştu3. Üstelik 765 TCK’nın kabul edildiği 1926 yılında devleti korumaya yönelik ceza hükümleri içeren Hıyanet-i Vataniye Kanunu ve Takrir-i Sükûn Kanunu yürürlükte olmalarına rağmen bu ihtiyaç baş göstermişti4.