Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Tarihsel Süreçte İnsan Onuruna Kısa Bir Bakış

Gonca KURU

Günümüzde insan onuru, insan haklarının vazgeçilmez bir kavramıdır. Ancak kavram, farklı dönemlerde farklı anlamlara gelecek şekilde kullanılmıştır. Çalışmada ilk olarak insan onuru kavramına ilişkin tanımlar ele alınmıştır. Bu kısımda hem yargı kararlarından hem de BM belgelerinden yararlanılmıştır. Ardından kavramın Eski Yunan’daki, Roma’daki, Orta Çağ’daki ve Yeni Çağ’daki görünümleri incelenmiştir.

İnsan Onuru, İnsan Hakları, Dignitas, Birleşmiş Milletler, Eski Yunan ve Roma, Orta Çağ, Yeni Çağ, Kant.

Today human dignity is an indispensable concept of human rights. However, the concept has been used in different meanings in different periods. In the study, firstly the definitions of the concept of human dignity was discussed. In this section both judicial decisions and UN documents were used. Then the outlook of the concept in Ancient Greece, Rome, the Middle Age and the Modern Age was examined.

Human Dignity, Human Rights, Dignitas, United Nations, Ancient Greek and Rome, Middle Ages, Modern Ages, Kant.

GİRİŞ

Uzun yıllar felsefenin ve teolojinin konusu olan insan onuru, nispeten yakın bir geçmişten itibaren, II. Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkileri ile birlikte, insan haklarına dair politik söylemin öne çıkan kavramı olmuştur. Politik söylemin yanı sıra hukukun da vazgeçilmez unsurlarından biri haline insan onurunun, insan haklarının temeli olduğu ve dolayısıyla II. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan Birleşmiş Milletler’in çalışmalarında da yol gösterici bir işleve sahip olduğu da belirtilmektedir.

Kavramın yargı kararlarında ve insan haklarının korunmasıyla ilgili yasal metinlerde, gerek atıf yapmak gerekse metnin kalbinde yer vermek suretiyle kullanıldığı görülmektedir. İnsan onuru hem Birleşmiş Milletler Şartı’nda hem de Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nde merkezi bir rol oynamaktadır. Ayrıca Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi ve Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi de insan haklarının, insanın içkin onurundan kaynaklandığını belirtmektedir1 . Çeşitli yargı kararlarında da, örneğin yardımlı intiharda2 yahut cüce fırlatmaya3 ilişkin yargı kararlarında, insan onurunun önemli bir unsur olduğu görülmektedir. Fakat onur kavramı, günümüzdeki yaklaşımın aksine, modern öncesi dönemde tüm insanlara içkin bir kavram olarak ele alınmamakta, sadece çok az kişinin sahip olduğu bir nitelik olarak görülmekteydi.

Çalışmada ilk olarak, insan onuru kavramına yer verilmiştir. Günümüzde kavramın nasıl tanımlandığının, içeriğinin nasıl doldurulduğunun ortaya konulmasına çalışılmış; bu doğrultuda hem teoriden hem yargı kararlarından yararlanılmıştır. Ayrıca Birleşmiş Milletler’in çeşitli belgelerinde insan onurunun nasıl bir konuma sahip olduğuna değinilmiştir. İnsan onurunun günümüzdeki konumunun ele alınmasının ardından ise kavramın tarihsel süreç içerisindeki (Eski Yunan’da, Roma’da, Orta Çağ’da ve Yeni Çağ’daki) görünümleri, ilgili dönemin öne çıkan filozoflarının görüşleri çerçevesinde, incelenmiştir.

I. İNSAN ONURU KAVRAMI

İnsan onuru günümüzde üzerinde en çok düşünülen, tartışılan temel kavramlar arasındadır. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında düzenlenen pek çok ulusal, bölgesel yahut uluslararası hukuki belgede insan onuruna yer verilmiştir4 . Ancak kavramın, tarihi ve hukuki gelişmelerden, değişmelerden etkilenerek farklı anlamlara gelecek şekilde kullanıldığı görülmektedir.

Günümüzde onur, çoğunlukla insanın doğuştan sahip olduğu bir değer olarak düşünülmektedir. Bundan dolayı da güçlü ahlaki çıkarımları olan bir terim olarak insan onuru, aynı zamanda neden diğer insanlara saygı göstermemiz gerektiğinin de sebebi olarak ele alınmakta yani insanlara onura sahip oldukları için saygı göstermemiz gerektiği ileri sürülmektedir5 .

İnsan onuru kavramındaki onur sözcüğü insanın kendine karşı duyduğu saygı, şeref, öz saygı, haysiyet, izzetinefis; başkalarının gösterdiği saygının dayandığı kişisel değer, şeref, itibar olarak tanımlanmıştır6 . Felsefe sözlüğünde ise onura, insanın duyan, düşünen ve özgür bir varlık olarak taşıdığı değere, insan olarak insanın değerine karşılık gelecek şekilde yer verilmiştir7 . Almancada würde, Fransızcada dignité, İngilizcede dignity sözcükleriyle ifade edilen onur, Latince saygın, değerli anlamına gelen dignus sözcüğünün bu değere layık anlamındaki karşılığı dignitas sözcüğünden türetilmiştir8 . Dignitas, genellikle şeref, itibar, namus anlamlarına gelecek bir şekilde kullanılırdı.

Günlük hayatta onur ile sıkça karıştırılan bazı sözcüklere ve bu sözcüklerin onur ile anlamsal farklılıklarına da değinilmesi gerekmektedir. Onur ile sıkça karıştırılan sözcüklerin başında şeref gelir. Sözlüklerde de onur sözcüğünün karşılığı olarak gösterilen şeref, aslında onurdan farklı bir anlama sahiptir. Şeref, bir kişinin değerine veya farz edilen değerine gösterilen saygıdır. Bu değer, kişinin etik özelliklerinden, kişinin erdemlerinden oluşup gösterilen saygının nesnel bir ifadesi olabilir. Bununla birlikte bu değerin, bir kişinin davranışlarının bir kültürde geçerli olan değer yargılarına yani istenilen insan imgesine uygunluğunda bulunduğu varsayılabilir9 . Kısacası insan onurunun, insanın yapısına ilişkin bir bilgiden oluşmasına karşılık şerefin, bir kişinin değerine ya da farz edilen değerine gösterilen saygıya denk geldiğinin altı çizilmektedir10 .

O halde yapıp ettiklerimizle ve yapmadıklarımızla insan onurunu korumak bizlere bağlı olmasına rağmen şereflendirilmek başkalarına bağlıdır. Bu nedenle bir insanı düşmek istemediği ve başkaları tarafından görülmesini istemediği bir duruma zorla sokmakla onunla paylaştığımız insan onuruna zarar vermiş olan bizlerizdir11 . Halbuki şereflendirilmek başkalarının değerlendirmesinin sonucudur ve eğer kişiler etik değer bilgisiyle donatılmamışlarsa şereflendirilmeye layık olmayanları da şereflendirebilirler12 .

Anayasa Mahkemesi de insan onuru kavramının toplumların kendi görenek ve geleneklerine ve topluluk kurallarına göre saygıya değer olabilmesi için bir insanda bulunmasını zorunlu gördükleri niteliklerle karıştırılmaması gerektiğini açıkça belirtmiştir13 . Bu noktada farklı kültürlerde farklı olanın şeref, namus anlayışları olduğuna dikkat edilmelidir. Aksi takdirde insan onurunun kültürden kültüre değişebileceği sonucu ortaya çıkar. Bu ise bütün insanların onur bakımından eşit olup eşit olarak muamele göremeyecekleri anlamına gelir14 . Böylesi bir sonucun günümüzde geçerli olan insanların, sırf insan olmalarından ötürü, doğuştan onura sahip oldukları kabulüyle bağdaşmayacağı ise aşikârdır.

Onurla aynı içeriğe sahipmiş gibi kullanılan bir diğer kavram ise gururdur. Onur, kişilerin insan olmalarından mütevellit sahip oldukları değerin öznel karşılığıdır. Dolayısıyla kişi, bu değerinin bilgisinin ve bu değere sadece kendisinin zarar verebileceğinin farkındadır. Halbuki gurur, kişinin kendisiyle ilişkisinde hissettiği, yaşadığı bir duygudur ve doğrudan yahut dolaylı olarak kendi imgesine uygun davranıldığı durumlarda bu duyguyu yaşar. Eğer kişi bu bilince sahip değilse kendi imgesine aykırı bir muamele ile karşılaştığında gururunun incindiğini hissedebilir. Fakat belirtilen bilince sahip olan bir kişi, aşağılamak amacıyla kendisine yapılan muamelelerden ötürü kendisini aşağılanmış hissetmeyebilir15 .

Son olarak saygı kavramının da onur ile aynı anlama gelecek şekilde kullanılmaması gerektiği çünkü aralarındaki sıkı ilişkiye karşılık sözcüklerin eş anlamlı olmadıkları ve birisinin varlığının diğerinin varlığını ve kabulünü gerektirmediğine de işaret edilmektedir16 .

Öyleyse insan onuru nedir? Tatmin edici ve somut bir tanımı yapılamamış olsa da insan onurunun bir hak olmaktan ziyade, tüm insanların ulaşmayı arzuladığı bir istek, bir özlem olduğu; ama ne yazık ki çoğumuzun onur kırıcı durumlar çerçevesinde yaşayıp öldüğü şeklindeki karamsar yorumlara karşılık17 Hilgendorf, Hümanizm geleneğindeki doğuştan gelen ve devredilemez bir öz değerin yansıması olan insan onurunun farklı sübjektif haklara yayıldığını belirterek ilgili hakların birlikte “sübjektif haklar takımı”nı oluşturduğunu ve insan onurunu oluşturan bu sübjektif hakların insan onuru ile bağlantısı olduğunu söyler. Söz konusu sübjektif haklar şunlardır18 : “1. Maddi yönde asgari geçinme iradı hakkı: bir ferdi var olabilmek için ihtiyacı olduğu şeylerden (yiyecek, hava yahut mekân gibi) yoksun bırakmak insan onuruna terstir. 2. Otonom bir şekilde şahsiyetini geliştirme hakkı: Her bireye en azından minimum derecede özgürlük hakları tanınması lazım. 3. Fikri-ruhi dokunulmazlık hakkı: Bir ferdin bilinci karşı konulmaz araçlarla örneğin uyuşturucu veya beyin yıkamakla derinden sarsılırsa bu insan onurunu zedeler. 4. Aşırı derecede azaptan korunma hakkı: Bir bireye ağır ve uzun süren acılar çektiriliyorsa bu insan onuruna aykırıdır. 5. Kendi özü hakkında bilgi verme özerkliği hakkı: Bir insanın kişisel ve özel alanı bir üçüncü şahsın keyfi tecavüzüne bırakılmamalı. 6. Hukuki eşitlik hakkı: Bir bireyin hak sahibi konumu reddediliyorsa bu insan onuruna terstir. 7. Asgari saygı hakkı: Hiç kimse (1)’den (6)’ya kadar sayılan onur zedeleyici davranışlar dışında aşırı biçimde aşağılanamaz yahut öz saygısını yitirecek derecede bir muamele göremez.”

İoanna Kuçuradi ise insan onurunun insanının değerinin farkındalığıyla ilgili olduğunu, insanın değeri denildiğinde de tür olarak insanın diğer canlılar arasındaki özel yerinin anlaşılması gerektiğini ifade eder. Bu yeri, insanın diğer canlılar arasındaki özel yerini, ona sağlayan insanın bazı özellikleri veya insanın yapısal olanaklarını da içeren ve diğer canlılarla paylaştığı özelliklerdir19 . İnsanın değeri, her insanı insanın bu yapısal olanaklarını gerçekleştirebilecek şekilde muamele görmeye layık kılar. İnsanın nesnel değerinin öznel karşılığı olarak insan onuru, tür olarak insanın değerinin felsefi-antropolojik bilgisinden, yani insan türünün belirli yapısal özellikleri ile olanaklarının ve bunlardan kaynaklanan ve ona evrendeki yerini sağlayan tarihteki başarılarının bilgisinden oluşur. Bu bilgidir ki, ona sahip olanlara, doğal ve rastlantısal özelliklerinden bağımsız olarak başka insanlara ve hatta bu değerin farkında olmaksızın hareket edenlere dahi, bu değere uygun şekilde muamele etmelerini gerektirir20 .

Anayasa Mahkemesi’nin insan onuruna ilişkin değerlendirmesi ise 4551 Sayılı Kanun’ un 10. maddesiyle değişik 1632 sayılı Askeri Ceza Kanunu’nun 35/son maddesi uyarınca rütbenin geri alınması cezasının, cezalının rütbesinin kıta’sı huzurunda sökülmesi suretiyle yerine getirilmesinin insan onuruyla bağdaşmadığından iptal edilmesi için açılan dava ekseninde ele alınabilir. Mahkeme, bu davada insan onuruna ilişkin olarak şu saptamada bulunmuştur21 : “Anayasa’nın 17. maddesinin üçüncü fıkrasında “Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz” denilerek bireyi başkalarının ya da kendisinin gözünde küçük düşüren, insan haysiyetiyle bağdaşmayan veya onur kırıcı ceza ya da muameleye tabi tutulamayacağı öngörülmüştür. Anayasa Mahkemesi kararlarında belirtildiği üzere22 , insan haysiyeti kavramı insanın ne durumda hangi şartlar altında bulunursa bulunsun sırf insan oluşunun kazandırdığı değerin tanınmasını ve sayılmasını anlatır. Bu kavramın gelişmesi ve yerleşmesi çok uzun bir zaman almış, prangabentlik, teşhir, boyunduruk, dayak gibi cezaların kaldırılması bu sayede mümkün olabilmiştir. Bu bağlamda, örneğin, işlediği bir suç nedeniyle bireyin dayak, teşhir vb. bedensel ceza ya da muamelelere maruz bırakılması insan onuruyla bağdaşmaz. Keza, aleni infaz uygulaması, suçlunun ıslahını hedef alan modern ceza siyaseti anlayışı çerçevesinde demokratik hukuk devleti ilkesiyle de bağdaşmaz.

Erbaşlar hakkında, bir kısım askerî suçlardan mahkûm olmaları halinde buna bağlı olarak rütbelerinin geri alınması cezası da verilmekte ve bu ceza, cezalının kıtası huzurunda rütbesinin sökülmesi suretiyle yerine getirilmektedir. Rütbenin geri alınması cezasının bu şekilde infaz edilmesi aynı zamanda cezalının teşhir edilmesi sonucunu da doğurmaktadır. Oysa, suçlunun teşhir edilmesi, modern ceza hukuku anlayışıyla bağdaşmadığı gibi Anayasa’nın 17. maddesinde yer alan kimsenin insan onuruyla bağdaşmayan bir ceza veya muameleye tabi tutulamayacağı yolundaki ilkeye de aykırı bulunmaktadır.”

Federal Alman Anayasa Mahkemesi ise hangi durumlarda insan onurunun genel olarak ihlal edildiğini söylemenin mümkün olmadığı görüşündedir. İnsan onurunun ne zaman ihlal edildiği ancak somut olaya bağlı olarak tespit edilebilir23 . Bu yolla kavramın soyut olarak tanımlanmasının önüne geçilerek somut olaylara dayalı yargılarla veya örnek davranışların belirtilmesi yöntemiyle insan onuruna yönelik ihlallerin tespitine çalışılır24 . Söz konusu örnek davranışlar ya da başka şekilde belirtmek gerekirse hangi durumların varlığı halinde insan onurunun ihlal edilmiş olacağını incelediğimizde bunların; ayrımcılık yapmak, söverek küçük düşürmek, alçaltmak-aşağılamak, haksız takibat veya acımasızca cezalandırma, psikolojik cebir, bedensel zarar, kötüye kullanmak, tanığa maddi gerçeğin ortaya çıkarılması yahut ispat konusu ile ilgisi bulunmayan sorular sorulması25 ve işkence ya da sanığın kendini suçlayıcı beyanlarda bulunmaya zorlanması, bir kimsenin yakınlarını suçlayıcı beyanda bulunmaya zorlanması, sanığa kendisi ile ilk temasa geçen polis, jandarma, savcı gibi kimseler tarafından haklarının ve özellikle susma hakkı ile avukatla temas kurabilme hakkının bulunduğunun bildirilmemesi ve özel yaşamın gizli alanına müdahale gibi durumları kapsadığı görülmektedir26 . Ek olarak Mahkeme, bireyin devletin tasarruflarında basit bir obje durumuna getirilmemesi gerektiğini belirtmekte ve insan onurunun genel bir tanımını yapmak yerine somut olay üzerinden insan onurunun ihlal edilip edilmediğinin araştırmasını yapmaktadır.27 .

Immanuel Kant’ın “Her defasında insanlığa, kendi kişinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de, sırf araç olarak değil, aynı zamanda araç olarak davranacak biçimde eylemde bulun”28 sözünün etkisiyle insanın araç olarak ele alınmasının ve bu doğrultuda muamele edilmesinin yanlışlığına inanan Alman hukukçu Dürig de temelinde akıl, bilinç ve öz irade unsurları barındıran somut insanın basit bir araç ya da obje olarak alçaltılması durumunda insan onurunun ihlal edilmiş olacağını belirtir. Onurunun ihlali için insanın devlet tasarruflarının basit bir objesi yapılmasının ve süje niteliğinin göz ardı edilmesinin yeterli olduğunu savunur29 .

İnsanın bir obje haline getirilmeyeceğine kararlarında yer veren Federal Alman Anayasa Mahkemesi, 2005 yılında Federal Yasama Organınca çıkarılan ve güvenlik kuvvetlerine, insanların yaşamlarına karşı silah olarak kullanılmaları durumunda yolcu uçaklarının vurulması yetkisinin verilmesini incelediği kararında da yapılan düzenlemenin devlete öteki insanların kurtarılmasını olanaklı kılmak için, kaçırılan yolcu uçağının vurularak düşürmesi için izin verilmesi halinde mağdur yolcuların ve mürettebatın, başkalarının kurtarılması gayesiyle araç olarak kullanılarak şeyleştirilecekleri ve hukuk öznesi olmaktan çıkarılmış olacakları değerlendirmesinde bulunmuştur. Mahkeme, böylesi bir yetkinin verilmesinin insan onurunun ihlal edilmesi anlamına geleceğini ileri sürmek suretiyle dava konusu yasayı iptal etmiştir30 .

Onur sahibi bir varlık olarak insanın, kendi onurunun korunması adına lüzum görülmesi halinde kişisel tercihlerinin sınırlandırılması gerektiği de ifade edilmektedir. Bu duruma örnek teşkil edebilecek bir olay Fransız mahkemelerince karara bağlanmıştır. Davanın konusu, adı cüce fırlatma olan bir oyundur. Söz konusu oyunda oyuncular yani müşteriler özel giysiler giyen cüceyi hava yatağına doğru ve aynı zamanda başlangıç noktasından mümkün olduğunca uzağa fırlatmaktadırlar. Yarışmacılardan cüceyi en uzağa fırlatmayı başaran oyunu kazanmaktadır. Buradaki sorun, tüm sağlık ve güvenlik koşulları yerine getirilmiş olsa dahi oyunun, kişinin onurunu zedelediği ileri sürülerek yasaklanıp yasaklanamayacağı ve yasaklanması halinde söz konusu yasağın, kişinin otonomisinin ihlali anlamına gelip gelmediğidir. Konuyu inceleyen Fransız Danıştayı, fiziksel bir engelden muzdarip olan kişilerin fırlatılmaları tarzındaki temsillerin kişinin küçük düşürülmesi, insan onurunu zedelemesi anlamını taşıdığından yasaklanması gerektiği yönünde karara varmıştır31 .

Günümüzde onurun, kişinin içsel ve nesnel değerinin karşılığı olarak kabul edilmesi nedeniyle başkalarına karşı ileri sürebileceği haklarla yan yana olduğu düşünülmektedir. Bunun etkisi insan haklarının meşrulaştırılmasında karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Birleşmiş Milletler belgelerinde bu meşrulaştırmanın örneklerine rastlanmakta; insan haklarının temellendirilmesi esnasında insan onuruna başvurulmaktadır. Ancak söz konusu belgelerde genellikle insan onuru gibi kilit önemdeki kavramların kasıtlı olarak kesin tanımlarının yapılmadığına dikkat çekilmektedir. Bu hususun gerekçesi olarak da Birleşmiş Milletler’e üye devletlerin birbirlerinden çok farklı olmaları ve böylesi farklı tarafların ortak bir metin üzerinde uzlaşmalarının kolaylaştırılması gerektiği gösterilmektedir32 .

Birleşmiş Milletler’in hazırladığı belgeler incelendiğinde ilgili belgelerde insan onurunun önemli bir rol üstlendiği görülmektedir. Nitekim 1945 tarihli Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1948 tarihli Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi, 1966 tarihli Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi ve Uluslararası Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi gibi pek çok belgede insan onuruna yer verilmiştir. Hatta bütün bu belgelerde insan onurunun, insan haklarının temeli olarak konumlandırıldığı görülmektedir. Örneğin II. Dünya Savaşı’nın insanlık üzerindeki tahribatının izlerini yok etmek ve barışın kalıcılığını sağlamak amacıyla insan haklarının korunması açısından önemli kurallar içeren ve Birleşmiş Milletleri de kuran Birleşmiş Milletler Şartı’nın insan onuru açısından önemi, giriş kısmında kendini göstermektedir. Girişte Birleşmiş Milletler halklarının ereklerine ve bu ereklerin gerçekleştirilmesi için yapılması gerekenlere yer verilmiştir. Bu erekler: “Bir insan yaşamı içinde iki kez insanlığa tarif olunmaz acılar getiren savaş felaketinden gelecek kuşakları korumaya, temel insan haklarına, insan kişiliğinin onur ve değerine, erkeklerle kadınların ve büyük uluslarla küçük ulusların hak eşitliğine olan inancımızı yeniden ilan etmeye, adaletin korunması ve antlaşmadan doğan yükümlülüklere saygı gösterilmesi için gerekli koşulları yaratmaya ve daha geniş bir özgürlük içinde daha iyi yaşama koşulları sağlamaya, sosyal bakımdan ilerlemeyi kolaylaştırmak...” şeklinde tanımlanmıştır. Bir sonraki paragrafta ise bu gayelere ulaşmak için yapılması gerekenlere ve bu konuda gösterilecek çabaya yer verilmiştir.

Birleşmiş Milletler’in kuruluşu aslında insan haklarıyla insan onuru arasındaki ilişkiyi de oluşturmaktadır. Şöyle ki günümüzde insan onurunun hukuki belgeler açısından sahip olduğu önemin izlerine, ne on sekizinci yüzyıl insan hakları bildirgelerinde ne de on dokuzuncu yüzyıl yasalarında rastlanmamaktadır. Kavramın II. Dünya Savaşı ile beraber önem kazanmasının temel gerekçesi Nazi rejimi dönemindeki kitlesel suçlar ve II. Dünya Savaşı’ndaki katliamlardır. Bundan ötürü de insan onuru ile insan hakları arasında bir bağlantı kurulması gerektiğine ilişkin kanaatlerin baskın geldiği ifade edilebilir.

İnsan haklarının kötüye kullanımına karşı duyulan bir tepkinin sonucu Nazilerin yapmış olduğu türden vahşetin tekrarlanmasını önlemek temennisiyle, temel hakların tümüne yönelik ve devamlılık gösteren sistematik ihlallere karşı devletler arasında kabul gören ilkeler üzerinde anlaşmaya varılması sayesinde Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi ortaya çıkmıştır. Bildirge’nin ruhu ve felsefesi33 birey, bireyin varlığına yerleşik insan onuru için gerekli olan haklar ve onun diğer kişiler ve toplumla olan ilişkisidir. Önceden tespit edilmiş, belirlenmiş herhangi bir gruba indirgenmemiş olan Bildirge’nin amacı, her bir insan tekinin insan haklarını korumaktır34 . Her bir insan tekinin hakkının korunması ise insan onuru kavramına duyulan gereksinimi ortaya çıkarır. Evrensel Bildirge’nin taşıyıcı gücü olduğu söylenebilinecek olan insan onuru kavramı aracılığıyla ise haklar ekseninde toplumcu ve bireyci öğretilerin bir sentezine ulaşılmaya çalışılmıştır35 .

İnsan onuru başlangıç kısmından itibaren Evrensel Bildirge’nin çeşitli maddelerinde yer almaktadır. Başlangıç kısmında insan onurunun ve insanın eşit ve devredilmez haklarının tanınmasının dünyadaki özgürlüğün, adaletin ve barışın tesisi için gerekli olduğu vurgulanmıştır. Ardından birinci maddede bütün insanların özgür ve onur ve haklar bakımından eşit doğdukları belirtilmiş; insanların akıl ve vicdan sahibi oldukları ve birbirlerine karşı kardeşlik anlayışı ile davranmaları gerektiği düzenlenmiştir. Yirmi ikinci maddede herkesin, onuru için ve kişiliğinin serbestçe gelişmesi için zorunlu olan ekonomik, sosyal ve kültürel hakların gerçekleştirilmesi hususlarında hak sahibi olduğuna; yirmi üçüncü maddede ise çalışan herkesin, kendisi ve ailesi için insan olma onuruna uygun bir yaşama düzeyini temin eden adil ve elverişli ücret almaya hak sahibi olduğuna yer verilmiştir. Söz konusu maddeler ve başlangıç kısmı bir bütün olarak ele alındığında ortaya çıkan manzaraya ilişkin olarak; başlangıç kısmında ve birinci maddede soyut bir biçimde ele alınan insan onurunun ancak yirmi ikinci ve yirmi üçüncü maddelerde yer alan ekonomik haklar ile somutlaştırıldığı yorumunda bulunulabilir.

Bildirge, özellikle hukuk alanında, gerek ulusal gerekse uluslararası düzeyde etkili olmuş ve Bildirge’yi takiben düzenlenen hemen her anayasada ve insan haklarına ilişkin belgede insan onuru kavramına yer verilmiştir. Nitekim Birleşmiş Milletler Şartı ile İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin insan onuru ile insan hakları arasında kurdukları bağlantının bir benzerinin, Birleşmiş Milletler Genel Kurullarınca kabul edilen Uluslararası Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ile Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nde yer aldığı dikkati çekmektedir. Her iki sözleşmenin başlangıç kısmında ortak olan kısımlar şu şekildedir: “Bu Sözleşme’nin tarafı devletler, Birleşmiş Milletler Şartı’nda ilan edilen ilkelere uygun bir biçimde, insanlık ailesinin tüm üyelerinin doğuştan sahip bulunduğu onurun ve eşit ve devredilemez haklarının tanınmasının, dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli olduğu değerlendirmesini yaparak, bu hakların her insanın doğuştan sahip olduğu onurundan kaynaklandığını tanıyarak... Birleşmiş Milletler Şartı çerçevesinde Devletlerin, insan haklarına ve özgürlüklerine evrensel ölçekte saygı gösterilmesini ve uyulmasını teşvik etmekle yükümlü olduklarını dikkate alarak, ... anlaşmışlardır.”

Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin insan onuruyla ilgili olan kimi maddeleri incelemeye değerdir. Örneğin Sözleşme’nin on üçüncü maddesinde eğitim hakkına yer verilmiştir. Bu hükümde Sözleşme’ye taraf devletlerin eğitimin, insan kişiliğinin ve onur duygusunun tam olarak gelişmesine uygun olması ve insan hakları ile temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmek konusunda anlaştıklarını belirtilir. Sözleşme’nin işkence yasağına ilişkin yedinci maddesine göre ise “Hiç kimse işkenceye veya zalimane, insanlık dışı veya onur kırıcı veya cezaya maruz bırakılamaz. Ayrıca hiç kimse, serbest iradesi olmadan tıbbi veya bilimsel deneye tabi tutulamaz.” Sözleşme’nin başlangıç kısmını somutlaştıran bu maddede ile insanın basit bir obje olarak görülemeyeceğinin ifade edilmek istendiği anlaşılmaktadır.

Uluslararası Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ise insan onuruna onuncu maddesinde yer vermiştir. Söz konusu maddedeki vurgu şu şekildedir: “Özgürlüklerinden yoksun bırakılan herkese insanca ve kişinin doğuştan sahip olduğu onura saygı gösterilerek muamele edilir.” Bu hükmün, içinde bulunduğu koşullar ne olursa olsun, herkesin eşit şekilde insan onuruna sahip olduğu anlayışının bir yansıması olduğu görülmektedir. Sözleşme’nin on yedinci maddesinde de insan onuruna atıf yapılmıştır: “Hiç kimsenin özel ve aile yaşamına, konutuna veya haberleşmesine keyfi veya hukuka aykırı olarak müdahale edilemez; onuru veya itibarı hukuka aykırı saldırılara maruz bırakılamaz. Herkesin, bu gibi müdahalelere ya da tecavüzlere karşı yasalar tarafından korunma hakkı vardır.” Devlete kişilerin onurlarını koruma ve onurlarına yapılan saldırıları veya müdahaleleri önleme yükümlülüğü yükleyen bu madde aracılığıyla kişiler devletten, onurlarına saygı duyulmasını ve sahip oldukları onurlarına karşı ihlallerin yapılmamasını veya yapılan ihlallerin telafi edilmesini talep edebileceklerdir.

Birleşmiş Milletler belgelerinde insan onuruna karşı işlenen suçlardan da bahsedilmektedir. Örneğin Birleşmiş Milletler Her Biçimiyle Irksal Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Bildirgesi incelendiğinde Bildirge’de insan onurunun, hem Birleşmiş Milletler Şartı’nda ilan edilen ilkeler ve Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nde ilan edilmiş hak ve özgürlüklere atıf yapılarak hem de birinci maddede de belirtmek suretiyle yer aldığı görülmektedir. Bu madde şu şekildedir36 : “İnsanlar arasında ırk, renk ya da etnik köken temelinde ayrımcılık yapılması kişi onuruna karşı işlenen bir suçtur ve Birleşmiş Milletler Şartı’ndaki ilkelerin bir inkârı, Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nde ilan edilmiş insan haklarının ve temel özgürlüklerin bir ihlali, uluslar arasındaki dostane ve barışçıl ilişkilerin bir engeli ve halklar arasındaki barış ve güvenliği zedelemeye elverir bir olgu olarak kınanmalıdır.”

Benzer şekilde Tüm Kişilerin İşkenceye ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı ya da Aşağılayıcı Muamele ya da Cezaya Maruz Bırakılmaya Karşı Korunması Bildirgesi’nin ikinci maddesinde insan onuruna karşı işlenen suç ifadesi kullanılmıştır. Buna göre37 : “İşkence ya da zalimane, insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele ya da ceza oluşturan bir tasarruf, insan onuruna karşı işlenen bir suçtur ve Birleşmiş Milletler Şartı amaçlarının reddi ve Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nde ilan edilene insan haklarının ve temel özgürlüklerinin bir inkârı olarak mahkûm edilecektir.”

Çalışmada yer verilen Birleşmiş Milletler belgelerinin gösterdiği üzere insan onuru, insan hakları tartışmalarında esaslı bir konuma sahiptir. Bu belgelerde insan onuru ve insan hakları ilişkisi birbirine sıkı sıkıya bağlı olacak şekilde kurulmuştur. Ancak değerlendirilen belgelerde onurun tanımlanmamasına karşılık onurun insanda içkin bir biçimde bulunduğu hususunun belirtilmesi dikkat çekmektedir. Ayrıca söz konusu düzenlemelerin çağdaş insan onuru yaklaşımını yansıttığı ifade edilebilir38 . İnsan onurunun günümüzde kavuştuğu anlama gelinceye değin geçirdiği süreç ise aşağıdaki kısımlarda incelenmiştir39 .

II. ESKİ YUNAN’DA İNSAN ONURU

Eski Yunan düşüncesini yakından incelediğimizde ilk düşünürler olan Thales’ten Demokritos’a kadar felsefenin başlıca uğraş alanının doğa olduğunu görürüz. Bu dönemde felsefenin var olanının özünün, ilk maddesinin ne olduğu yani ana maddenin (arkhe, töz) ne olduğu sorunu ile bu tek bir maddeden (tözden) değişen şeylerin çokluğunun nasıl meydana geldiği sorunları ile ilgilendiği görülmektedir40 . Ancak Yunan dünyasında yaşanan ekonomik, siyasal ve sosyal gelişmelerin etkisiyle zamanla felsefenin başlıca uğraş alanı olan doğa yerini demokratik ilkelerin üstünlüğü düşüncesine bırakmıştır. Dolayısıyla demokrasinin ne olduğunun, nasıl işlediğinin öğretilmesine ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyacın karşılanması görevini de kendilerinden önceki düşünce sistemine ve toplum düzenine eleştirel bir bakış açısı getiren Sofistler üstlenmişlerdir41 .

Evrenle ilgili sorunların bir kenara bırakılması gerektiğini savunan Sofistler, insanı ön planda tutarak onu sosyal ve siyasal ortamı içinde ele almışlardır42 . Yalnızca Yunanlıların kendi aralarında değil, Yunanlılar ile Barbarların da eşit olduklarını çünkü insanların doğadan eşit olduğunu savunan Sofistlere göre toplum, insanın yararı için kurulduğundan herkes ondan eşit olarak yararlanmalıdır. Toplum içindeki sınıf farklılıkları, ayrıcalıklar, soyluluklar vb. hep insan yaratımıdır43 . İnsanlar doğuştan eşit olduklarından kalıtımsal eşitsizliklerin olduğu düşüncesi kabul edilemez44 .

Sofistlerin yer verilen görüşleri sebebiyle polisin45 sarsılan otoritesini güçlendirme gayesindeki Sokrates,46 insanın doğasının anlaşılması için fiziksel nesnelerin doğasının araştırıldığı yöntemlerin kullanılmasının elverişli olmadığı görüşündedir. Sokrates’e göre bir beden ve ruhtan meydana geldiği açık olan insanla ancak doğrudan doğruya ilişki kurulması halinde özyapısının esası kavranabilir47 . İnsan, bedensel ilgi ve ihtiyaçlarının yanısıra ruhsal ilgi ve ihtiyaçları da olan bir varlıktır. Fakat insanı, insan yapan ve diğer canlılardan ayıran özelliği, akıl ve bilinç sahibi bir varlık olması ve bilinçli bir varlık olarak kendisine sorulan ussal bir soruya ussal bir yanıt verebilmesidir. Bu çerçeve içinde insan, kendisine ve başkalarına yanıt verebilen sorumlu bir varlık, ahlaksal bir özne olarak ele alınmaktadır48 .

Platon’un devletindeki sosyal yapının ise insanlar arası eşitsizlik kuralı üzerine inşa edilen bir sisteme dayalı olduğu göze çarpar. Bu sistemde insan sayılma ayrıcalığına sadece toplumun özgür kişileri olan yurttaşlar sahiptir. Fakat yurttaş sayılan özgür kişilerin devlet karşısında bir değer ve varlık kazanabilmeleri kendiliğinden gerçekleşmemektedir. Bu kişilerin aynı zamanda yönetici, savaşçı ya da üretici sınıfta yer almaları gerekmektedir49 . Lakin birbirlerine benzemeyen insanların yaradılışlarına göre, tüccar, asker ya da yönetici olacaklarını ileri süren Platon’a göre kimin hangi kategoriye gireceğini ve bir bireyin hayattaki işinin ne olacağını belirleyen şey sınıfsal konumu değildir. Kimin hangi kategoriye gireceğini ve hayattaki işinin ne olacağını belirleyen şey, doğuştan o bireyde bulunan özellikler veya güçlerdir. Yani önder veya üstün insan anlamında insan olmak, her bireyin sahip olabileceği bir olanak olmakla beraber bu olanağa kimin sahip olduğu onun sınıfsal konumuna, ırkına, rengine vs. bağlı değildir. Yine de gözardı edilmemesi gereken husus, insanların her birinin değil, ancak bazılarının, küçük bir azınlığın, bu tanrısal olanağa veya özelliğe sahip olarak doğduğudur50 .

Aristoteles’e (MÖ 384- MÖ 322) geldiğimizde ise onun insanı kendi amacını kendi içinde taşıyan, yapma-yaratma gücüne sahip doğal bir varlık olarak ele aldığı anlaşılmaktadır51 . İnsan, doğanın bir parçası olmanın yanı sıra doğa üzerinde egemenliğe de sahip olduğundan doğanın bir parçasıdır ve doğa kanunlarına tabidir; ancak insan, iyiyi kötüden ayırma ve özgür bir şekilde davranabilme yeteneği sebebiyle doğa üzerinde egemenliğe de sahiptir. İnsan, üstün yanı olan dili vasıtasıyla ve aklı sayesinde aile, devlet gibi sosyal ilişkilere girer. Zira hak, adalet ve ahlaka dayalı gelenek ve göreneklere sahip bir topluluk düzenini, yalnız akla sahip olan, dil aracılığıyla aklın ürünlerini ortaya koyabilen insanlar gerçekleştirebilirler52 .