Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Suçu İnceleme Yöntemleri ve
“Suç Genel Kuramı Önerisi”

Examining Methods of Crime and a Suggestion of General Crime Theory

Sami SELÇUK

Sezgiciliğe dayanan bütüncü ya da ayrıştırmaya dayanan çözümleyici nitelikteki “suçun inceleme yöntemleri”, suçun hukuksal anatomisini kapsayıcı nitelikte sağlıklı bir “suç genel kuramı” oluşturmaya izin vermemektedir. Öyleyse asal (tipik) suçlar ile ayrıksı (atipik, istisnai) suçları birbirinden ayırarak incelemek ve buna göre bir “suç genel kuramı” oluşturmak gerekmektedir. Bu yöntemin suçların yasallığı ilkesine, ayrıca suçu bir olgu olarak ele alan suç hukuku dogmatiği ile düzgücü (normatif) olarak ele alan dogmatik suç hukuku anlayışına daha uygun bulunduğu açıktır.

Suç Genel Kuramı, Suç İnceleme Yöntemleri, Suçun Hukuksal Anatomisi, Sezgicilik Çözümleyici Yaklaşım, Suçun Yasallığı, Suç Hukuku Dogmatiği, Dogmatik Suç Hukuku.

Methods of examining crimes with a holistic intuitionism or with an analyzing research qualification does not permit us creating a meaningful general crime theory covering legal anatomy of crimes. For this reason, it is much more appropriate to examine them with the separation of principle (typical) crimes from atypical (exceptional) crimes in order to compose a general theory of crime. It is clear that this method is much more suitable to the legality of crimes in addition to the understanding of both the dogmatism of criminal law, which treats crime as facts, and the dogmatic criminal law conception which treats crimes normatively.

General Crime Theory, Examining Methods of Crime, Legal Anatomy of Crime, Legal Anatomy of Crime, Criminal Law Dogmatism, Dogmatic Criminal Law.

I. Giriş

Bir hukuk toplumunda, Dante’nin anlatımıyla “Hukuk, insanın insanla olan gerçek kişisel ilişkisidir. Uyulduğunda topluma yararlı olur (hizmet eder), çiğnendiğinde toplumu çürütür”1.

Bu hukuk ise insanlarca sık sık çiğnenmektedir. Ancak özel hukuk ile suç (ceza) hukuku2 arasında bu çiğneme açısından derin başkalıklar vardır. Bu başkalığı Hegel çarpıcı bir biçimde anlatır. Özel hukuka uymayan biri, Hegel’in anlatımıyla o hukukun geçerliliğini "yok saymamakta", sadece "Gül, kırmızı değildir" demekte, yani "renk" kavramının genel geçerliliğini benimsemekle birlikte, gülün, yalnızca "kırmızı" niteliğini yadsımaktadır. Buna karşılık ceza hukukunu çiğneyerek suç işleyen biri, "Gül, fil değildir" diyerek, hem rengin varlığını hem kırmızı niteliğini reddetmekte, dolayısıyla hukuku bütünüyle yadsımakta; "Kişi-insan ol ve başkalarına da kişi-insan olarak saygı göster!" buyruğunu ayaklar altına aldığı için bir tür şiddet kullanarak ahlak dışına çıkmaktadır3 .

İşte çağımızda bu suç hukukunun incelemeciyi zorladığı üç temel konu bulunmaktadır: Birincisi suçu oluşturan eylemin yapısıdır ve bu yapının öğeleridir. İkincisi, suçu oluşturan eylemi gerçekleştiren etkin özne, yani suçlu ve onun kişiliği ile ve bu eylemden etkilenen edilgin özne, yani mağdurdur. Üçüncüsü, suçu oluşturan eylemin hukuksal sonuçları, yani yaptırımdır.

Haksız eylem, haksız davranış (fait illicite, fatto illicito), uygar bir suç hukukunun temeli ve varlık nedenidir. “Suç eyleminin öncesinde ya da dışında suç yoktur” (sine delicto, ante o praeter delictum). Eylemsiz, davranışsız bir suç hukuku, olsa olsa bir baskı, polis hukuku olabilir. Nitekim suç tarihine bakıldığında baskıcı, ayrıcalıklı ve özgürlükçü suç hukuku anlayışlarına göre eylem kavramının değiştiği görülmektedir. Özellikle insan öldürme, hırsızlık, yağma gibi doğal suçların dışında kalan suç düzenlemelerinde bu duruma sık sık rastlanmaktadır4 .

Kuşkusuz suç anlayışı tarihsel dönemlere göre değişmiştir. Ancak her suç eyleminin bir eyleyeni, yani bir etkin öznesi vardır. Bu etkin özne, yani suçlu ve kişiliği ise, çağcıl insancı suç hukukunun en önemli uğraş alanlarından biridir. Suç olgusu ise suçlunun kişiliğini yansıtan en önemli verilerden biridir. Suçun kaynakları, oluş seyri, işlenme amacı gözetildiği zaman kimi sorunlar ve suç ile suçlu arasında bölünemez bir bütünlük bulunduğu ortaya çıkar. Eyleme içkin olan suçlu ve eylemin kökleri suçlunun kişiliği sayesinde kimi tanılar konulabilir ve çözümlere ulaşılabilir. Bu alanda kökleşik (klasik) okulun ahlaksal sorumluluğa; olgucu (pozitivist) okulun toplumsal tehlikeliliğe dayanan suç hukuku ve de en sonunda her iki anlayışı birleştiren karma suç hukuku boy vermiştir5 .

Suçun sonuçlarına gelince, kökleşik suç hukuku ceza kavramı ve yaptırımı ile yetinmiş; olgucu suç hukuku tehlikeliliğe karşı toplum adına bu yaptırıma güvenlik önlemini eklemiştir. Günümüz suç hukuku iki çizgili, daha doğrusu Alman öğretisine göre iki izlidir6 .

Öte yandan suç (ceza) yasaları elbette suçları belirler, onları soyut olarak tanımlar. Ancak suç kavramını açıklamaz7 . Açıklamayı hukuk bilimi (öğreti) üstlenmiştir. Yazılı ve öğreti olarak hukuk ise, koyduğu kurallara bağlıdır ve toplum düzenini korumak için vardır. Öyleyse “suç olgusu”nun varlığından çok ilkin “soyut hukuksal kurum olarak suç”un varlığını belirlemek, suç hukukunun vazgeçilemez amacı ve işlevidir. Özel olarak suç (ceza) yasalarında tanımlanmış suçların özel öğelerinin (unsur, élément, elemento) ya da birleşen (bileşen, mürekkip, composant, composante) genelleştirilmesinden oluşan ve suç genel çerçevesinin çizilmesiyle başlayan bu etkinlik, bir bakıma ilkin temel suç yasalarının genel kesimiyle, ikinci olarak da özel suçların yapısıyla ilgilidir. Dolayısıyla suç genel kuramında suç, suç hukukunun başat kavramıdır ve suçun ne olduğunu belirleyen kesim de “suç genel kuramı”dır8 .

Kanımızca, suç kavramını hukuksal açıdan ele alan suç genel kuramının birinci amacı, suçun hangi değerleri korumak üzere varlık kazandığını belirlemek ve bu yüzden hangi davranışların suç olduğunu; bir başka anlatımla suçta bulunması gereken öğelerin neler olduklarını, kısaca suçun özünü ve yapısını ortaya çıkarmaktır.

Gerçi suç yasalarındaki genel ve özel hükümler ayrımı, on yedinci yüzyılda başlamış9 ve suç yasalarının özel kesimlerinde tanımlanan suçlarda öğeler az çok belirlenmiştir. Ancak bütün suçlarda bulunması ve aranması gereken ortak öğeleri belirlemek suretiyle bir suç genel kuramı kurulabilmesi sürekli gündemde kalmıştır. Bunu gerçekleştirme çabaları ise aslında on altıncı yüzyılda başlamış, on dokuzuncu yüzyıldan bu yana ivme kazanmıştır10 .

Nitekim suç hukukunun başlıca okulları olan kökleşik ve olgucu okullar da suç kavramına gereken önemi vermiştir. Kökleşik okul, suçu hukuksal bir kavram olarak ele almış; olgucu okul ise onu bir olgu olarak ele almakla birlikte, suçu işleyen etkin özneyi toplum açısından tehlikeli gördüğünden suçun genel kuramının önemini de gözetmek gereğini duymuştur. Bu okulun tartışmasız en büyük kurucularından olan Enrico Ferri, suç genel kuramının özünü çarpıcı bir adlandırmayla “suçun hukuksal anatomisi” (anatomia giuridica del delitto) olarak tanımlamıştır. Zira Kunter’in belirttiği gibi; "cezacı (kriminalist) olabilmek için suçu yalnızca betimleyen (tasvir eden) bir anatominin (anatomia descirittiva, anatomie descriptive) yapılması yeterli değildir. Bunun da ötesinde (hatta daha önce) suçun oluşma anatomisinin de üzerinde durulması gerekir. Zira betimleyici anatomi, kişi için güvence oluşturan tarihsel kökleşik değerin ötesinde, hukuk düzeninin bir kesimi olan ceza yaptırımlarının doğru biçimde uygulanmasını sağlamak açısından da zorunludur." Öte yandan bilindiği üzere anatomi, benzetme (mecaz, metafor) anlamında bir şeyin oluşumunda göze çarpan özel yapı; bilimsel anlamda ise insan, hayvan ve bitkilerin gövde yapısını, vücudun kemik, kas, damar, deri, sinir başta olmak üzere bütün sistemlerini ve bu sistemlerdeki bozukluklar ile organların birbiriyle olan ilişkilerini inceleyen tıp biliminin temel bir dalıdır. Kanımızca, Leonardo da Vinci’nin insan bedeni üzerine eğilmesi ve Gazzali’nin “(astronomi ve) anatomi bilmeyen, Tanrı’nın varlığını ve gücünü anlayamaz” demesi nasıl dikkat çekici ise, Ferri’nin de “suç genel kuramı”nı “suçun hukuksal anatomisi” diye adlandırması da o denli dikkat çekici ve önemlidir. Dahası Ferri, yalnızca anatomiden söz etmemekte, suçun anlaşılması için betimleyici anatominin, yani suç genel kuramının yetmeyeceğini, bunun yanı sıra olgucu okulun görüşlerini de yansıtarak suçun ruhsal, toplumsal nedenlerini, yani suçun oluşsal (genetik) anatomisini, bir başka anlatımla suçbilimini (kriminoloji) de bilmek gerektiğini de vurgulamaktadır11 .

Demek, suç genel kuramının asıl konusu ve sorunsalı suçun yapısıdır.

II. Suçun Yapısını İnceleme Yöntemleri Sorunsalı

Suç genel kuramının asıl konusu ve sorunsalı, suçta bulunması gereken öğelerin neler olduğunu, kısaca suçun özünü ve yapısını ortaya çıkarmaktır. Bu nedenle, suçun nasıl inceleneceği sorunu bilim insanlarını çetin tartışmalara sürüklemiş, bu belirlemede bütüncü ya da çözümleyici12 , yani öğelere ayrıştırıcı yaklaşımlara ve yöntemlere başvurulmuştur. Ancak kanımızca bu yöntemler, sanıldığı gibi birlikçi/tekçi ya da ikici ve çokçu13 olmamıştır. Çünkü ikicilikte ya da çokçulukta birbirlerinden bağımsız yapılar, tekçilikte ise tek bir yapı bulunmaktadır. Varlığın tek bir tözden ya da tek bir tinden oluştuğunu belirten tekçilik anlayışına karşılık, bütüncüllük, bir bütünün parçalar toplamından daha çoğunu anlatır. Comte, Mill, Durkheim, Schumpeter, Weber, Popper, Parsons, Lévi-Strauss gibi yazarlarca savunulan bütüncü anlayışa göre, bir bütünün parçalarına ve bu parçaların birbirleriyle ilişkilerine ilişkin yapılan açıklamayla bütün hakkında tam bir bilgi edinmek olanaksızdır. Dolayısıyla parçalara göre, bütün daha büyük bir önem ve anlam taşır. Sözgelimi, dilbiliminde de böyledir. Bir terimin ya da tümcenin anlamı dildeki öbür terimlere ya da tümcelere göre değil; ancak tümcenin bütünü içinde kavranabilir. Yine bir ezgi, bütün notalarla birlikte duyumsanabilir14 .

Suç olgusuna bütüncü yaklaşan hukukçular, suçun hukuksal varlığına sezgi yöntemiyle eğilmişler, suçun bir bağımsız nesne (quid), bir “bölünemez bütün” (tutto inscindebile)15 , bir “organik bütün16  bulunduğu ve bunun bölünemeyeceği görüşünü savunmuşlardır. Onlara göre, bir varlığın özünü bilgi felsefesi (epistemoloji) açısından kavrayabilmek için birbirlerine çözülmez ve sıkı biçimde bağlanıp bir doku ve yapı oluşturan parçaların bütününe eğilmek ve araya herhangi bir araç ya da aracı koymadan o bütünle doğrudan iletişim kurmak gerekir. Bir başka deyişle, suça bütüncü yaklaşımdan yana olanların kullandıkları yöntem “sezgicilik”tir17 .

Bu nedenlerle suçu, suçun özelliklerine, niteliklerine ya da suçun görünümlerine, yüzlerine, veçhelerine (aspetti del reato)18 göre ele almak zorunludur. Bu yaklaşımda bir sakınca yoktur. Üstelik bunun yararı da vardır. Sözgelimi, insan incelendiği zaman, o parçalara ayrılamaz. Ayrılırsa canlılığını yitirir. Tıpkı insan gibi, suç da parçalara ayrılmamalıdır. Eğer suç parçalara ayrılırsa özünü yitirir. Öyleyse en iyisi suçu öğelere, parçalara ayırmaksızın, görünüm biçimleriyle yetinerek incelemektir. Bir prizmanın bir yüzünden bakıldığı zaman nasıl bütünü görülürse, suçu da görünüm açılarından görürüz19 . Bu görünüm açısına göre suç, davranış artı hukuka aykırılık, hukuka aykırılık artı manevi yapı, manevi yapı artı kusurluluk (kınanabilirlik, culpabilité, culpabilità) değildir. Ama suç, kuşkusuz bütünüyle davranış, bütünüyle hukuka aykırılık, bütünüyle manevi yapı, bütünüyle kusurluluktur20 .

Görüldüğü üzere bu görüşte olanlar, suçu bir bütün olarak görmekte, reddettikleri çözümleyicilik katına ulaşmaktan kaçınmakta21 ve bir bakıma bir tür sözcük oyunuyla çözümleyici görüşü savunanlardan ayrılmaktadırlar. Bundan da anlaşılıyor ki, suçun parçalara ayrılması nicelik açısındandır, nitelik değil. Dolayısıyla, suçun, sadece görünüm biçimleri bulunmaktadır, yapıcı öğeleri değil. Dolayısıyla, suçu öğelere ayırma yöntemi, öğeler arasındaki organik bağı savsamış, her öğeyi bağımsız olarak ele almış, yanıldığı için de sağlam sonuçlara ulaşamamıştır. Sözgelimi, davranışı bedeni bir davranış olarak yapma ya da yapmama olarak ve de bağımsız öğe biçiminde inceleme çabaları sağlam bir bilgiye ulaşamamıştır. Çünkü her bedeni davranış hukuk açısından doğru anlamda insan davranışı olamaz. Davranışın bir insan davranışı olabilmesi için, istençli (iradi) olması gerekir. İstenç dışı davranışlar suç hukukunda davranış değildir. Bu yüzden davranışı, ruhsal nitelikteki öznel öğeden ayrı düşünmek olanaksızdır. Yine kusurluluk denilen olgunun temelinde de kusurlu istenç bulunmaktadır. Öyleyse suçu bir bütün olarak ele almak gerekir22 .

Öte yandan suç, Mezger’in dediği gibi bireysel istencin toplumsal istence başkaldırmasıdır; karmaşık değil, yalındır, bu yüzden bölünmemelidir23 .

Bütüncü yöntem eleştirilmiştir.

Her şeyden önce, bütüncü görüşün temel çıkış noktası, öğelerin bağımsız olarak ele alınıp tek tek açıklanamayacağı noktasında toplanmaktadır. Çünkü bir öğe ele alındığında başka bir öğeye başvurmak kaçınılmazdır24 .

İkinci olarak, bütüncü yöntemin suçun öznel ve hukuka aykırılık öğeleriyle ilgili görüşleri de aşrı bulunmuş ve haklı nedenlerle eleştirilmiştir25 . Gerçekten bütüncü yöntemin ve yaklaşımın, aşağıda irdelenecek olan çözümleyici yöntemin suçu gerçek bütünlüğü içinde anlaşılmasını engellediği, tipik eylem, hukuka aykırılık ile kusurluluk öğelerinden oluşan üçlü ayırımla suçu birbirinden kopuk parçalara böldüğü ve böylece bu ana kavramların suçun bütünlüğünü yansıtması olanağını yok ettiği26 biçimindeki eleştiriler aşırıdır. Bundan başka, bütüncü yaklaşımın çözümleyici yaklaşıma yönelik kaygısı da aşırıdır. Çünkü çözümleyici yaklaşım bir araçtan ibarettir, amaç değildir27 .

Son olarak belirtelim ki, bütüncü yöntemin, bilgi felsefesi açısından sezgi yöntemine başvurması da eleştirilmiştir. Her şeyden önce akılcılığa karşı akımlara ve kavramlar aracılığıyla ulaşılan bilgiye güven duymak olanaksızdır. Bu nedenle, bütüncü yöntemin tarihsel boyutu unutulmamalıdır. Nitekim sezgici anlayışın suç hukukuna uygulanması, Nazi suç hukuku anlayışının önemli bir özelliği olmuş, binlerce yılın ürünü olan nesnel nitelikteki “eylem suç hukuku” dışlanmış; yerini gizemli amaçlar ardında koşan öznel ve baskıcı nitelikteki “eyleyen (fail) suç hukuku”na bırakmıştır28 . Gerçekten yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinde Nazi Almanya’sının devlet anlayışını hukuk açısından açıklama gerekçesi arayışlarının sonucu olarak suç hukukunda suçu öğelere bölmeden inceleme çabaları Kiel Üniversitesi öğretim üyelerince ortaya atılmış; Kiel Okulunca savunulmuştur. Bu görüş, suçu korunan değerlerin çiğnenmesi olarak değil, etkin öznenin ödevini çiğnemesi olarak ele almış; suçun incelenmesinde etkin öznenin (fail) kişiliğinden yola çıkmış; tipiklik, hukuka aykırılık ve kusurluluk yerine “suçun niteliğinin temeli” kavramını geçirmiştir. Savunulan bu görüşe göre, davranışın suçun tanımına uygun olması düşüncesi özgürlükçü hukuk görüşüdür, bu görüş suçun bir yapısı olmasını arar; dolayısıyla devletin gücünü sınırlandırdığı için dışlanmalıdır29 . Yine bu görüşün sonucu olarak suçların ve cezaların yasallığı ilkesi aynı dönemde Almanya’da gözetilmemiş, örneksemeye (kıyas, analoji) yer verilmiş, bunun yerine “halkın temiz ve sağlam hukuk bilinci” ölçütü getirilerek “eylem suç hukuku”ndan “eyleyen/etkin özne (fail) suç hukuku”na geçilmiştir. Çünkü Nazi felsefesinin benimsediği bu görüşe göre, devlet, sadece belirli bir davranışı yapan ya da yapmayan kimselerle uğraşmaz; ayrıca kendi istediği biçimde "bağımlı (sadık) yurttaşların" bulunup bulunmadığını araştırır, araştırmalıdır. Bu yüzden devlet, toplumsal yaşama karşıt (antisosyal) kişiliğini açığa vuran herkesi kusurlu ve sorumlu sayabilir; dolayısıyla yargıç etkin öznenin geçmişteki durumunu, bütün kişiliğini, bio-psikolojik eksikliklerini, suçu alışkanlık edinip edinmediğini göz önünde tutacak ve eylemdeki kusurluluğu nedeniyle değil, yaşam biçimindeki kusurluluğu dolayısıyla onu cezalandıracaktır. 28.6.1936 tarihli İmparatorluk Ceza Yasası’nın ikinci maddesi bu anlayışa göre düzenlenmiştir: “Bir kimse ceza yasasının genel ilkelerine yahut sağlıklı halkın bilincine göre cezayı gerektiren eylem gerçekleştirirse cezalandırılır. Eyleme doğrudan uyan belli bir ceza yasası yoksa eylem, temel görüşe en çok uyan yasaya göre cezalandırılır.” Hitler’in ünlü Bakanı Göering, 12 Temmuz 1934’te Prusya savcılarına şunları söylemiştir: “Yasa ve Führer’in istenci özdeştir.” Hitler’in hukuk danışmanı Dr. Hans Frank ise, 1936’da hukukçulara şöyle seslenmiştir: “Nasyonal Sosyalist ideoloji bütün ana yasaların temelidir; bu ideoloji özellikle parti izlencesinde (program) ve Führer’in konuşmalarında açıklanmıştır (...) Nasyonal Sosyalizm karşısında hukuk bağımsızlığı yoktur. Vereceğiniz her kararda önce kendinize şunu sorunuz: ‘Benim yerimde Führer olsaydı nasıl karar verirdi?’ Her kararda yine şunu sorunuz: Bu karar Alman halkının Nasyonal Sosyalist vicdanıyla uyuşuyor mu? İşte o zaman, Nasyonal Sosyalist halk devletinin birliğine karışmış ve Adolf Hitler istencinin ölümsüzlüğünü tanımış olarak Üçüncü Alman İmparatorluğu’nun otoritesini kendi karar alanınızda her zaman için sağlayacak bir temel buldunuz demektir.” “Düzgücü (normatif) etkin özne” kavramı, eski suç yasalarını zamanın ruhuna göre yorumlayarak yeni zamanlara uyarlamak ve şiddet suçluları ile halk için tehlikeli suçlulardan söz ederek kimi etkin özneleri cezalandırarak kimi düzgülerin (norm) anlamlarını açıklığa kavuşturmak amacıyla gündeme gelmiştir. “Düzgücü etkin özne” türü, bireyin toplum içindeki durumu ve eylemi suç sayan yasakoyucunun gözünde belli bir etkin özne örneğine göre belirlenir. Yasakoyucu da belli eylemleri işleyen kişi örneğini düşünerek eylemi suç sayar. Yasanın gerçek anlamına ulaşmak isteyen yorumcu ve uygulamacı da, yasakoyucunun düşündüğü bu etkin özne örneğini gözeterek ve canlandırarak karar vermelidir. Çünkü insan öldürmeyi, hırsızlığı, yağmacılığı cezalandıran yasa maddesini yasakoyucu, halkın bilincinde yaşayan bu etkin özne türüne göre kaleme almıştır. Dolayısıyla, yargıcın verdiği karar, bu bilinçle uyumlu olmalıdır. Bu uyumluluk yoksa o kişi cezalandırılamaz. Böyle bir etkin özneye ulaşmanın yöntemi de kuşkusuz akıl ve mantık değil, sezgi yöntemidir. Görüldüğü üzere bu anlayışta, hukuk düzgüsünün anlamının belirlenmesi ve yorumu ile uygulanması sezgilere dayanmaktadır30 .

Bu görüşe Marksçı suç hukukunda da rastlanmaktadır. Bu yöndeki suç hukuku anlayışına göre, suç iktidardaki egemen sınıfın çıkarları bakımından tehlikeli olan kişinin bir davranışıdır ve kişi, emekçi sınıfına mensup olmadığı takdirde her zaman tehlikelidir. Halkın sömürücüsü ya da düşmanı olan bir kimsenin sırf böyle bir durumda olması, tehlikeli, yani kusurlu sayılması için yeterlidir. Şu halde kusurluluğu yalnız yapılan belirli bir davranış değil, fakat özellikle etkin öznenin emekçi sınıfının dışında bulunan bir "sömürücü veya halk düşmanı" olup olmamasında aramak gerekir. Nitekim Doğu Almanya Halk Cumhuriyeti Adalet Bakanı Max Fechner, 1951 yılında Doğu Almanya’da Yargıtay üyelerine yaptığı bir konuşmada emekçi sınıfına mensup bir kimsenin eylemi biçimsel olarak suç oluştursa bile, tehlikeli ve kusurlu sayılmasına olanak bulunmadığını, yani eylemi emekçi sınıfına mensup olmayan bir kimseye karşı işlendiği takdirde, bu eylemin suç sayılamayacağını belirtmiştir31 .

Görüldüğü üzere bu anlayışlara göre, sözgelimi, bir akıl hastasının gerçekleştirdiği insan öldürme eylemi hukuka aykırı sayılmayacak, sorun kusurluluk açısından ele alınacak; hukuka aykırılık ve kusurluluk birbiri içinde incelenecektir. Böylesine bir incelemede somut suç kavramı dışlanmış demektir ve eylem ile eyleyeni karıştıran böyle bir anlayışın insanı nerelere götüreceği belirsizdir. Belli olan ise şudur: Eylem (fail) suç hukuku düzeninde hukukun üstünlüğüne dayanan devlet etkinliğini artık yitirmiştir32 .

Böylece çözümleyici yaklaşım ve yönteme sözü getirmiş bulunmaktayız.