Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Preimplantasyon Genetik Tanı Testlerinin
 Hukuki Boyutu ve Biyoetik

Legal Dimension of Preimplantation Genetic Diagnostic Tests
and Bioethics

Cemile TURGUT

Embriyo üzerinde yapay döllenme yöntemi kullanılarak gerçekleştirilen işlemlerin en önemli nedenlerinden biri, özünde zayıf veya anormal bir forma sahip embriyonun ayıklanıp, daha yüksek kalitede olan embriyonun anne rahmine yerleştirilerek infertiliteyi en aza indirgemeye çalışmaktır. Bunun yanında embriyodaki ağır genetik hastalıkların tanısı yapılabilmekte ve gebelikten önce gerekli önlem alınabilmektedir. Ancak zamanla artan teknolojik imkanlar, embriyo üzerindeki araştırma ve testlerin artık farklı amaçlara yönelik de gerçekleşebileceği gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Nitekim bu amaçlara örnek olarak, doğacak çocuğun cinsiyetini, zeka seviyesini belirleme, kardeşine organ veya doku nakli yapılabilmesi için uygun donör olup olmadığının tespitini yapma gibi uygulamaları göstermek yanlış olmayacaktır. İşte tartışma da asıl olarak bu noktada başlamaktadır: Söz konusu uygulamaları yapabiliyor olmak, onların yapılması gerektiği anlamına mı gelmektedir? Bu soruya salt bilimsel bir cevap vermek çok zordur. Keza bilim gerçekleri açıklar fakat iyiyi veya kötüyü açıklamaz. İyi veya kötü yargısı nasıl ki toplumlara göre farklılık gösteriyorsa, bilimin gerçeklerini iyi veya kötü yönde kullanmak da toplumdan topluma farklılık arz etmektedir. Bu nedenle özellikle öznesi insan olan bir konunun, bu değer yargıları kapsamında değerlendirilmesi ve hukuki bir yapıya temellendirilmesi zorunluluğu da beraberinde birçok tartışmayı getirmektedir. Bu doğrultuda, çalışmanın ilk kısmında preimplantasyon genetik tanı testlerinin mevcut hukuki düzenlemeler içerisindeki yeri incelenecek ve daha sonra testlerin biyoetik açıdan yarattığı tartışmalara yer verilecektir.

Preimplantasyon Genetik Tanı Testi, Embriyo, Yapay Döllenme, Biyoetik, Biyoteknoloji.

One of the most important reasons for using artificial fertilization on the embryo is to remove the embryo with an inherently weak or abnormal form and try to minimize the infertility by placing the higher quality embryo in the mother’s uterus. In addition, severe genetic diseases in the embryo can be diagnosed and necessary precautions can be taken before pregnancy.However, due to the increasing technological possibilities, research and tests on the embryo reveal the fact that it can also take place for different purposes. Indeed, it is not wrong to give examples such as determining the sex of the child to be born, determining the level of intelligence, determining whether it is a suitable donor for transferring organ or tissue to his/her sibling. This is where the debate begins at this point: Are these applications really necessary? It is very difficult to give a purely scientific answer to this question. Indeed, science reveals the facts, but does not explain good or bad. How good or bad the judiciary differs according to the societies, the use of the facts of science in the good or bad way is also different from collecting from the society. For this reason, the necessity of considering this value within the scope of judgments and being based on a legal structure brings with it many debates. In this first part of the study, the place of the preimplantation genetic diagnostic tests in the existing legal regulations will be examined and then discussions of bioethics generated by the tests will be explained.

Preimplantation Genetic Diagnostic Test, Embryo, Artificial Fertilization, Bioethics, Biotechnology.

I. Preimplantasyon Genetik Tanı Testleri ve Hukuki Düzenlemeler

Üreme hücreleri kullanılarak oluşan embriyonun anne rahmine yerleştirilmesinden önce, ileriye yönelik genetik hastalıkların risk değerlendirilmesinin veya mevcut genetik hastalıkların tanısının yapılması Preimplantasyon Genetik Tanı1 (Pre-Implantation Genetic Diagnosis) testleri ile mümkün olabilmektedir2 . Söz konusu testler, tüp bebek tekniği (In Vitro Fertilizasyon) aşamasında3 , birkaç günlük embriyonun bir veya iki hücresinin genomunun incelenmesi şeklinde yapılır ve bu inceleme sonrasında sağlıklı görülen embriyo rahme aktarılır4 . Embriyonun anne vücudu dışında genetik araştırma imkânını sağlayan bu yöntem ayrıca doğacak çocuğun cinsiyetini belirleme, kardeşine organ veya doku nakli yapılabilmesi için uygun donör olup olmadığının tespitini yapma ve kromozomlardaki farklılıkları görme amacıyla da uygulanabilmektedir5 .

PGT testlerini direkt olarak konu almasa da, uygulamalarından bahseden ilk düzenlemelerden biri 1990 tarihli Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Kararı’dır6 . Komite, “Prenatal Genetik Tarama, Prenatal Genetik Tanı ve Bunlarla İlgili Genetik Danışmaya İlişkin Tavsiye Kararı” ile bu tarz uygulamaların ve testlerin ancak doğacak çocukta olabilecek risklerin belirlenmesi amacıyla yapılabileceğini belirtmiştir. 2003 tarihinde Türkiye’nin onayladığı “Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi: İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi’ne7 göre ise, insan genini değiştirmeye yönelik bir müdahale, yalnızca önleme, teşhis ve tedavi amaçlarıyla yapılabilmekte, salt altsoyun geninde bir değişiklik yaratma amacıyla yapılamamaktadır. Ayrıca sözleşmenin 14. maddesinde cinsiyetle ilgili ciddi bir kalıtsal hastalıktan kaçınma durumu haricinde, doğacak çocuğun cinsiyetini seçmek maksadıyla tıbben destekli dölleme tekniklerinin kullanımından kaçınılacağı belirtilir.

Konu ile ilgili olarak ulusal düzenlemelere bakılacak olursa herhangi bir kanun metninde konuya yer verilmediği, çözüme yönetmelik vasıtasıyla ulaşılmaya çalışıldığı görülecektir. Keza ilk olarak, 1998 tarihli Genetik Hastalıklar Tanı Merkezleri Yönetmeliği8 dikkat çekmektedir. Fakat Yönetmelik, prenatal ile postnatal tanılardan söz etmiş olmasına rağmen preimplantasyon tanılar konusunda herhangi bir düzenleme içermemektedir. Ancak Yönetmelikte cinsiyete bağlı hastalıklar dışında cinsiyetin belirlenemeyeceğine ayrıca yer verilmiştir. Aynı şekilde Üremeye Yardımcı Tedavi Uygulamaları ve Üremeye Yardımcı Tedavi Merkezleri Hakkında Yönetmeliği’nde9 de cinsiyetle ilgili ciddi bir kalıtsal hastalıktan kaçma hali hariç, doğacak çocuğun cinsiyetini belirleme amaçlı gonad10 ve/veya embriyo seçimi ve transferi yapılamayacağı belirtilmiştir11 . Ayrıca kendilerine üremeye yardımcı tedavi yöntemleri uygulanacak eşlerden alınan yumurta ve spermler ile bunlardan elde edilen embriyoların bu Yönetmelikle belirlenen esaslar dışında her ne maksatla olursa olsun bulundurulması, kullanılması, nakledilmesi ve satılmasının yasak olduğu düzenlenmiştir.

II. Preimplantasyon Genetik Tanı Testlerine Yönelik Biyoetik Tartışmalar

İnfertiliteyi önlemek amacıyla gerçekleştirilen PGT testleri uygulamasında, sağlıklı embriyolar seçilerek kadının rahmine yerleştirilirken, diğerleri genel olarak atılmaktadır. Hal böyle olunca, söz konusu testlere yönelik tartışmaların özünde, birkaç günlük embriyonun, insan olarak tanınmayı ve korunmayı hak edip etmediği hususu vardır. Ancak bu hususu irdeleyebilmek için, öncelikli olarak yaşamın ne zaman başladığına ve bu bağlamda etik değerlerin hangi evreden itibaren dikkate alınması gerektiğine ilişkin sorunun sorulması gerekmektedir.

İnsan ölümünün beyin ölümüyle gerçekleştiğini savunan yazarlar, insan yaşamıyla ilgili etik değerleri dikkate alırken, insandaki beyin oluşumu ve faaliyet seviyesinin dikkate alınması gerektiğini belirtmektedir12 . Bu doğrultuda söz konusu görüş, beyin gelişimine paralel olarak ceninin hareketleri veya acıyı hissetme evrelerinin incelenmesi ve buna göre karar verilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Buna nazaran Amerikan Çocuk Doktorları Akademisi’nin de desteklediği gibi, yumurta ve spermin birleşerek embriyoyu meydana getirdiği anda yaşamın başladığını ve belli değerlerin de bu andan itibaren gözetilmesi gerektiğini savunan görüşler de mevcuttur13 . Bu görüşler argümanlarını organizmayla ilintili olarak sunarlar ve organizmanın iki ayrı tanımı olduğuna dikkat çekerler14 . Organizma ilk olarak, özellikleri birbirlerinin fonksiyonuyla belirlenen, birbirine bağlı elementlerin karmaşık yapısı olarak tanımlanırken; ikinci olarak, fonksiyonları ayrı fakat birbirine bağımlı organlar vasıtasıyla yaşam faaliyetlerini sürdürmek üzere kurulan bir birey: canlı varlık olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımlar doğrultusunda, kadın ve erkek üreme hücrelerinin birleşiminden kısa bir süre sonra oluşan zigot veya tek hücreli embriyonun, insan organizmasının gelişmesinin işleyişini sürdürmek için koordine bir şekilde birbirine bağlı olarak işlev gören elementleri (hem anne hem de babadan kaynaklanan) içerdiği açıktır15 . Dolayısıyla söz konusu görüşe göre tek hücreli embriyo sadece bir hücre değil, bir organizma, canlı bir varlık, bir insandır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), yaşam hakkının ne zaman başladığı sorusunun çok soyut olduğunu, bu konu ile ilgili Avrupa’da bilimsel ve hukuksal bir uzlaşmanın olmadığını, bu nedenle söz konusu soruya net bir cevap vermenin mümkün olmadığını ifade etmiştir16 . Mahkeme, embriyo veya ceninin insan ırkına ait olduğunun yaygın bir şekilde kabul edildiğine dikkat çekmiş, embriyo veya ceninin kişi haline gelme potansiyeline sahip olmasının, onu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesi bakımından yaşam hakkına sahip bir kişi saymaksızın, insanlık onuru adına korunması gerektirdiğini ifade etmiştir. Anlaşılacağı üzere AİHM, embriyo veya cenine ait kişi haline gelme potansiyelini, onun yaşam hakkı kapsamında korunması açısından yeterli görmemiş fakat bu sonucun embriyo ve ceninin korunmayacağı anlamına da gelmediğini vurgulamıştır17 .

Yaşam alanının döllenmeden kısa bir süre başladığını savunan görüşler, PGT testleri ile engelli embriyonun yok edilmesini yaşam hakkı ihlali olarak görmektedir18 . Keza PGT, günümüzde en çok ağır genetik hastalığın meydana getirdiği bir engel söz konusu olduğunda kullanılmaktadır19 . Bunun yanında doktrindeki bazı görüşler, engelli olmayan embriyonun seçilmesinin, engelli doğacak diğer embriyoların yaşamaya layık görülmediği algısını oluşturacağını, bunun da toplumda var olan engelli bireylere yönelik ayrımcı bir yaklaşımı tetikleyeceğini savunmaktadırlar20 . Oysaki PGT testlerinin, ailelerde sağlıklı bir çocuğa sahip olmaları gerektiği yönünde bir sosyal baskı yarattığı yahut bu testlerin engelli kişilerde daha az değerli oldukları hissini oluşturduğuna dair görgül bir tespitin olmadığı belirtilmiştir21 . Fakat burada kanaatimizce sorulması gereken soru, PGT testleri yasağı duyguların korunması amacıyla gerekçelendiriliyor ve normatif hale getiriliyor ise, o vakit bir çiftin engelli bir bebek dünyaya getirmesi rizikosu hakkında bilgi edinme isteği veya duygularının görmezden gelinip gelinemeyeceğidir.

Biyoetik anlamda irdelenmesi gereken bir diğer husus da PGT’nin kendinden önce doğan kardeşin hastalığının tedavisi amacıyla kullanılmasıdır22 . Bunun en bilindik örneği, 2000 yılında Amerika’da Fanconi Anemi hastası olan Molly’nin kemik iliğine ihtiyacı olması üzerine ebeveynlerinin, uyumlu iliğin sağlanması adına ikinci bir çocuk dünyaya getirmeye karar vermiş olmasıdır. Bunun üzerine yapay döllenme yöntemi ile 15 embriyo elde edilmiştir ve Molly’nin ihtiyacı olan uyumlu iliğin bulunması için embriyolar üzerinde PGT testi uygulanmıştır. Bunun sonucunda uyumsuz bulunan embriyolar ayıklanarak, kalan embriyo annenin rahmine yerleştirilmiştir23 . Söz konusu uygulamanın etik olduğunu savunan görüş, bu uygulamanın başka bir tedavi imkânı olmayan kardeş için tek umut olabileceğini ifade ederken; etik olmadığını savunan görüş, bu uygulamanın üreme amacıyla değil sadece başka birine yardım amacıyla yapıldığını, bunun da embriyoyu araç haline getirdiğini belirtmiştir24 . Bu noktada kanaatimizce, anılan uygulamanın kati suretle etik olmadığını savunmak pek mümkün değildir. Zira başka bir tedavi imkânı olmayan kardeş için “araç” olarak kullanılacak embriyoya zarar verilmeyecekse, asıl bu embriyonun tedaviye ihtiyaç duyan diğer kardeş için kullanılmaması etik olmayacaktır. Kaldı ki; “araç” olan kardeşin, ebeveynlerince diğerine nazaran ikincil plana atılacağını iddia etmek varsayımdan öteye geçememektedir.

Preimplantasyon genetik tanı testlerinin kullanılmasının bir diğer nedeni ise doğacak bebeğin cinsiyetini belirlemektir. Bu belirleme gen mühendisliği çatısı altında yapılabileceği gibi PGT yöntemi ile de yapılabilmektedir. Bu yöntemde, in vitro olarak döllendirilen üreme hücrelerinin birkaç gün sonra biyopsileri alınır ve istenilen cinsiyetteki embriyo kadının rahmine aktarılır25 . Söz konusu cinsiyet seçimi uygulaması da etik açıdan tartışmaya açık birçok nokta barındırmaktadır.

Konuya tıp perspektifinden bakıldığında, tıbbi nedenden dolayı cinsiyet seçimi ile keyfi cinsiyet seçimi arasında fark olduğunun belirtildiği görülmektedir. Nitekim erkeklerde görülme olasılığı çok fazla olan 200 civarı hastalığın mevcut olduğu, kromozomlarla ilintili bu hastalığın tedavi edilme imkânı olmadığı için, hastalıklardan kaçınmanın tek yolunun PGT yolu ile hastalığa sahip erkek embriyonun ayrıştırılması olduğu vurgulanır26 . Oysaki hastalık olmasa dahi yine de cinsiyet seçiminin yapılabileceğini savunanlar da vardır. Bunlarda ilki “ebeveyn özerkliği” görüşüdür. Söz konusu görüş, insanlığın, insanların “doğal dünyayı manipüle etmeleri” ile şekillendiği argümanıyla yola çıkarak, bunun ilk evresinin de ebeveynin çocuk üzerindeki manipülasyonu olduğunu savunur. Nitekim ebeveynler güçlü çocuklar yetiştirebilmek için, çocuklarının dini, eğitimleri ve günlük ihtiyaçları ile ilgili özerk kararlar alırlar. Bu doğrultuda çocuklarının cinsiyetini seçmek de çocuğun yetiştirilmesinde alınabilecek bir başka özerk karardır27 . Cinsiyet seçiminin yapılabileceğini savunan bir diğer görüş işe görüşünü “üreme hakkı”na dayandırır. Buna göre cinsiyet seçimi amacıyla PGT’yi kullanmak, üreme hakkı doğrultusunda kişilerin özgür kararıdır ve devlet buna müdahale edemez28 . Cinsiyet seçimini savunan bir diğer görüşün dayanağı ise “aile dengesi”dir. Buna göre tek bir cinsiyetin baskın olduğu aileler, dengeyi sağlamak adına PGT yolu ile cinsiyet seçimi yapabilmelidirler. Bunların yanında cinsiyet farklılıkları nedeniyle popülasyondaki var olan dengesizliğin giderilmesi adına cinsiyet seçimi yapılabileceğini savunanlar olduğu gibi bunun, özellikle Çin ve Hindistan’da gerçekleştirilen kız çocukları kürtajlarına alternatif olduğunu savunanlar da vardır29 .

PGT yolu ile cinsiyet seçimine karşı olanlar da görüşlerini farklı argümanlarla desteklemektedirler. Bunların ilki, PGT ve In vitro fertilizasyon yönteminde, doktorların implantasyon ihtimalini arttırmak adına birden fazla embriyoyu kadının rahmine yerleştirmeleri sonucu çoğul gebeliklerin oluşabilme riskidir. Söz konusu görüşlere göre, normalde her gebeliğe ilişkin risk vardır. Fakat PGT ve IVF'nin anneye ve çocuğa eklenen sağlık riskleri, ana-babanın çocukta belirli bir cinsiyetin olması isteğinden daha ağır basmaktadır30 . Bir diğer görüş ise cinsiyete dayalı ayrımcılığın yaşanacağı korkusunu dile getirmektedir. Keza bu görüşe göre, belirli bir cinsiyette embriyo seçme arzusu cinsiyet kalıpları tarafından harekete geçirilir ve toplumun genelinde erkek çocuğu isteme arzusunun hakim olduğu düşünülürse bu kadınlara karşı ayrımcılığı tetikler. Ayrıca görüş, annenin burada mükemmel bir çocuğu doğurmaya teşvik edildiğini ve bu durumunun da onun “makine” gibi değerlendirilmesine neden olacağını savunmuştur31 . Keza kadın, sadece erkek doğurma aracı olarak görülecek ve erkek çocuk doğuramadığı takdirde değeri azalacaktır32 . Ek olarak bu seçimin sadece kadında değil ileride çocukta da psikolojik hasar yaratacağı savunulmaktadır. Nitekim PGT aracılığıyla belli bir cinsiyette doğan çocukta başkalarının tasarımına göre doğduğu algısının oluşabileceği ve kendisini fabrikasyon bir ürün gibi hissedebileceği belirtilmiştir33 .

Yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi, cinsiyet seçimini destekleyenlerin gerekçeleri arasında popülasyondaki var olan dengesizliğin giderilmesi varken, cinsiyet seçimine karşı çıkan görüş ise görüşünü tam tersine popülasyonda oluşabilecek cinsiyet oransızlığı ile açıklar. Bu oransızlığın ise, genel olarak erkek egemenliği kapsamında olabileceği vurgulanmaktadır34 . Keza Hindistan ile Çin’de yasal olması nedeniyle görülmektedir ki, birçok kişi tercihini erkek bebekten yana kullanmakta ve bu durum mevcut popülasyon dengesinin oldukça sarsılmasına neden olmaktadır35 .

Konuyu felsefi açıdan değerlendirenler, “modifikasyon” ve “seçim” arasında farklılıkların olduğunu belirtmektedirler. Modifikasyon, var olan bir varlık üzerinde bazı değişiklikler yapmayı içerirken; seçim, istenen özelliklere sahip bir varlığı seçmektir. Etik açıdan ise, bu konu şu şekilde belirginlik kazanmaktadır: Doğal olarak bulunan genler arasında seçim yapmak genetik düzeyde modifiye etmekten daha az tehlikelidir. Çünkü aslında embriyolar arasında seçim yapmak, ‘gen havuzu’ üzerinde oldukça sınırlı ve yavaş etkilere sahipken, embriyoların genetik modifikasyonu, daha geniş ve çarpıcı etkilere sahiptir36 . Genetik modifikasyona uğrayan kimse, modifikasyon yapılmamışsa tamamen farklı bir yaşam sürme ihtimaline sahip olabilecektir, oysa seçilen bir kişinin farklı şekilde yaşama gibi bir durumu söz konusu olamayacaktır. Çünkü o kişi seçime bağlı olarak ya yaşayacak ya da yaşamayacaktır. İşte bu noktada PGT'nin, embriyolar üzerinde değişiklik yapmadan, belirli cinsiyetteki embriyoları implantasyon için seçerek ayrılması olduğu düşünülürse, PGT'de seçilen embriyonun zarar gördüğü yönünde bir argüman sunulamaz. Nitekim farklı bir embriyo seçilmiş olsaydı, o embriyo zaten var olmayacaktı37 .

PGT için söz konusu olan bir diğer endişe ise, muhtemel çocukların genetik taramasının frekansını ve kapsamını artırmanın, çocukların olduklarından çok daha “değerli” olduğu öjenik38 (iyi genci) bir dünyanın kapılarının açılması ve nihayetinde “tasarım” veya “ısmarlama” bebek kavramlarının meşrulaşmasıdır39 . Bu da akabinde, bebekler üzerindeki genetik mühendisliğinin rutin hale geleceği endişesini yaratır40 . Ayrıca bir çocuğun gebelik öncesi özelliklerini seçmenin çocuğu metalaştıracağı da savunulmaktadır41 .

III. Değerlendirmemiz ve Sonuç

Görüldüğü üzere, biyoteknolojinin canlı hayatına yansıması olumlu amaçlara yönelik olabilecekken, tedirgin edici ve ilerleyen zamanlarda nasıl bir gelişim izleyeceği kestirilemeyen sonuçlar da yaratabilir. Keza bu testler bir yandan bebeklerde meydana gelebilecek ağır hastalıkların tanısına yardımcı olurken, diğer yandan ebeveynlerin çocuk üzerinde genetik makyajla gerçekleştirilebileceği keyfi uygulamaların da önünü açar. Bu nedenle testlerin ne şekilde ve ne amaçla kullanılacağı hususu son derece önem arz etmektedir. Öyle ki, öncelikle “sağlıklı olanın seçilmesi” ile “güzelleştirici modifikasyon” arasındaki sınırı çizmek gerekmektedir. Bahsetmiş olduğumuz ağır genetik hastalıkların önlenmesi sağlıklı olanın seçilmesine örnek oluşturur fakat uzun veya kısa boylu olacak bebeklerin seçilmesi güzelleştirici modifikasyon olacaktır. Ancak burada hemen belirtmek gerekir ki, “sağlık” ifadesinin de tanımı net bir şekilde yapılmalıdır. Aksi takdirde neyin gerçekten sağlık adına yapıldığının ayrımına varmak pek mümkün olmayacak yahut suistimallere sebep olabilecektir. Bir diğer deyişle, öyle olmadığı halde bazı uygulamalar veya seçimler, kişi için potansiyel iyi ve sağlıklı olduğunu bilme ön kabulü ile ilerleyecektir. Sağlık veya zaruriyet kavramlarının tanımını yapmak ve sınırını belirlemek bir nebze daha kolay olabilir fakat bir adım daha ileri gittiğimiz takdirde, iyi veya kötü kavramlarının tanımını yaparak bir çerçeve çizmek neredeyse imkânsızdır. Çünkü bu kavramların içi toplumlara göre farklı şekilde doldurulur. Nitekim yukarıda da bahsetmiş olduğumuz gibi, bilim bize gerçekleri sunar fakat neyin iyi veya kötü olduğu yönünde açıklama yapmaz. Bu açıklama, toplumların yaşadıkları coğrafya, başından geçen tarihi olaylar, dini inanışları ve sosyolojik yapılanma gibi etmenlere göre toplumlarda değişkenlik arz etmektedir. Bu nedenle örneğin, iyi olan şeyin üstün zekâlı bebek dünyaya getirme olduğunun düşünüldüğü bir ortamda, herkesin üstün zekâlı olması halinde ne gibi handikapların olacağını kestirmek zordur. Bu noktada Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya eserine değinmek yanlış olmayacaktır. Söz konusu eserde, erkek ve kadının üreme hücreleri yapay yolla döllendirilir ve döllenen embriyoların gelecekte sahip olacağı özellikler çeşitli işlemler ışığında onlara kodlanır. Böylece bebeklerin tasarlanmış birer ürün olarak dünyaya gelmeleri sağlanır42 . Keza bu çocukların, toplum içerisinde nasıl bir konuma/sınıfa sahip olacağı önceden belirlenmiştir. Sınıflar arası bu farklılıkların ortak noktası ise “istikrardır”. Evlenme, aşk, sevgi gibi kavramlar yok edilmiştir fakat herkes ortamda mutlu ve uyum içerisindedir. Bu nedenle bir ütopyadan bahsedilebileceği gibi, bu ütopyaya ulaşmak için seçilen kişilerin daha embriyo iken sınıflara ayrılması, istenilen özelliklerin onlara kodlanması, ütopyayı aslında distopyaya çevirebilmektedir. Söz konusu hikaye her ne kadar spekülatif bir senaryodan ibaret olsa da, teknolojinin kötüye kullanılmasının kişiler ve toplumlar üzerindeki etkisini göz ardı etmemenin sakıncaları bakımından güzel bir örnek teşkil etmektedir.

Teknoloji kullanımının insan üzerindeki etkisini irdelerken, son zamanlarda sık sık gündeme gelen insan geliştirme teknolojisinden de (human enhancement technology) bahsetmek gerekir. Söz konusu teknolojiyle, kişilerin bellek veya akıl yürütme yeteneklerini artırmak için beyinde, çevreye karşı direncini artırmak içinse biyokimyasal alanında değişikliklere neden olarak, kendilerini “olduklarından daha iyiye” götürmelerine izin verebilecek yollar önerilmektedir43 . İngiltere’de sunulan İnsan Geliştirme ve Geleceğin İşi Projesi (Human Enhancement and the Future of Work Project) kapsamında, bu teknolojilerin özellikle yakın zamanda, kişilerin yoğunlaşan iş yaşamına uyum sağlayabilmeleri ve performanslarını arttırabilmek amacıyla kullanılabileceği belirtilmiştir44 . İnsan geliştirme teknolojileri farklı yollarla toplumlara fayda sağlayabilir, ancak beraberinde ciddi etik, siyasi ve ekonomik soruları da getirir. Keza bu çerçevede gece yolculuğu yapan bir otobüs şoförünün uzun süre uyanık kalabilmesi adına bilişsel güç sağlayan ilaçları kullanması veya bir süre sonra işvereni tarafından zorlanması yahut kendisinin bunları kullanmak zorunda olduğu algısına kapılması ne derece etik olacaktır? Yine Cesur Yeni Dünya eserinde bahsi geçtiği gibi, istikrarı sağlamak, iş hacmindeki başarıyı arttırmak veya ekonomik çıkar adına siyasi güçlerin de desteğiyle bu teknolojik araçların/ilaçların piyasa haline gelmesinin önüne geçilebilecek midir? “Daha iyi ve gelişmiş” olması temennisiyle söz konusu biyokimyasal değişiklikler bebeklere uygulanabilecek midir ve bu uygulamanın sınırını kim belirleyecektir? Anlaşılacağı üzere asıl önemli olan, insan geliştirme teknolojilerinin ileri olmasından öte, onun hangi amaç uğruna kullanılacağı sorunsalıdır.

PGT testlerini hukuki perspektifte incelediğimizde ise, inferteliteye veya ağır genetik hastalıklara engel olmak için bu testlerin kullanılması kanaatimizce isabetlidir. Nitekim prenatal testlerle ağır genetik hastalığı olduğu tespit edilen ceninin kürtaj olması hukuken mümkünken, embriyonun ayrıştırılmaması gerektiğini savunmak tutarlı olmayacaktır. Bunun yanında yine kanaatimizce cinsiyet seçimi (hastalık olmaksızın), bu kadar kolay yargıya varılabilecek bir husus değildir. Nitekim otonomiye ve özgürlüklere saygılı bir toplumda, acele hukuki yasaklamalar getirilerek kişilere müdahale edilmesi sakıncalıdır. Fakat bu konuda da akla şu soru gelmektedir: Bebek üzerindeki bu seçim hakkının yasal boyutu nereye kadar genişleyecektir? Bir diğer deyişle, bugün cinsiyet seçiminin mümkün olabileceği bir dünyada yarın hangi özelliğin seçilebileceği merak konusudur. Keza ileri bir adım daha atılarak çocuğun cinsel eğilimini ve hatta ırkını seçebilecek olmanın ne şekilde makul olacağı veya devamında “genetik bir altsınıf” oluşması riskinin göz ardı edilip edilemeyeceği de sorulabilecek sorulardandır.

Görülmektedir ki, tartışmaların boyutu gün geçtikçe genişlemekte ve teknolojik imkânlarla daha da girift bir hale gelmektedir. Keza konu sadece hukuki açıdan değil, tıp bilimi, psikoloji, sosyoloji, felsefe ve etik alanlarına da dokunmaktadır. Bu nedenle konuyu diğer alanların da içerisinde yer aldığı interdisipliner bir çalışma ile irdelemek ve yasal zemine taşımak gerekir. Aksi takdirde yapılan çalışma soyut ve çözümden uzak kalacaktır.