Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Suçluluk Sorunu: Karl Jaspers - Hannah Arendt

Question of Guilt: Karl Jaspers - Hannah Arendt

Yusuf Mehmet ÖRNEK

Bu makale II. Dünya Savaşı bitiminde Nazilerin geçmiş yıllardaki yönetimleri esnasında işledikleri suçlarla ilgili olarak iki ünlü Alman düşünürün, Karl Jaspers ve öğrencisi Hannah Arendt’in suçluluk sorununa yaklaşımlarını irdelemektedir. Jaspers 1946 yılında Heidelberg Üniversitesi’nin yeniden açılmasıyla birlikte “Suçluluk Sorunu” başlıklı tarihe geçen dersinde “hukuki”, “siyasal”, “ahlaki” ve “metafizik” olmak üzere dört tip suç tanımlar. Jaspers’e göre Alman halkının tamamına bir “kolektif suç” yüklemek hem doğru değildir hem de onur kırıcıdır. Ancak her Alman vatandaşının kendi vicdanında geçmişiyle yüzleşmesini, hesaplaşmasını ve arınmasını talep eder. Hannah Arendt ise kolektif suçu reddetmekle birlikte “kolektif sorumluluk” kavramından yola çıkarak, aynı toplum içinde bir arada yaşayan insanların bu sorumluluktan kaçınamayacaklarını yazmaktadır. Her iki düşünür de ortak sorumluluk bilinci nedeniyle toplumların, atalarının işlediği suçları üstlenmek zorunda olduklarını iddia etmektedirler.

Ahlaki Suç, Suçluluk Bilinci, Suçluluk Sorunu, Kolektif Suç, Kolektif Sorumluluk.

This article explores the different approaches of two prominent German thinkers, namely Karl Jaspers and his student Hannah Arendt, to the question of guilt on the crimes that have been committed by the Nazis during the Second World War. During his formative seminar entitled “The Question of German Guilt”, after the re-inauguration of Heidelberg University in 1946, Karl Jaspers defined four types of guilt: “judicial”, “political”, “moral” and “metaphysical”. For Jaspers, to impose a “collective guilt” to the whole of German nation would not only be wrong but also insulting. But he demands that every German citizen should confront his/her past, sort it out and redeem. On the other hand, Hannah Arendt rejects the idea of collective guilt but underlines the concept of collective responsibility, stating that persons who live in the same nation cannot escape this type of responsibility. Both of these thinkers claim that because of collective responsibility nations must take the blame of the crimes committed by their ancestors.

Moral Guilt, Sense of Guilt, Question of Guilt, Collective Guilt, Collective Responsibility.

I. Karl Jaspers’in Yaklaşımı

Karl Jaspers, 1920 yılından beri Heidelberg Üniversitesi’nde felsefe kürsüsü sahibiydi. Kendisinin 1908’de Genel Psikopatoloji, 1919’da Dünya Görüşlerinin Psikolojisi, 1930’da Çağın Manevi Durumu ve 1932’de de üç ciltlik Felsefe gibi çok önemli eserleri yayınlanmış ve Varoluş Felsefesi adıyla anılan akımın en önemli temsilcilerinden biri olarak üne kavuşmuştu. 1933 yılında Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’nin (NSDAP) iktidarı ele geçirmesinden sonra Yahudi asıllı pek çok bilim insanı ve filozofun Almanya’yı terk etmelerine rağmen Jaspers, Heidelberg’de kalmış fakat 1937’den itibaren ders vermesi ve yayın yapması Naziler tarafından yasaklanmıştı. Eşi Yahudi olan Jaspers, savaşın sonuna doğru eşinin Naziler tarafından deporte edileceğini öğrenmiş ve önce eşinin sonra kendisinin hayatına son verecek şekilde hazırlığını yapmış, ancak bu tarihten kısa bir süre önce Heidelberg’in Amerikan askerleri tarafından işgal edilmesiyle her ikisinin de hayatı kurtulmuştu.

Nazilere karşı pasif bir direnişin simgesi olan Karl Jaspers’in politik bir filozof olması bu tarihten itibaren başlar. Savaştan sonra yeniden açılan Heidelberg Üniversitesi’nde verdiği ilk dersin adı Suçluluk Sorunu’ dur. Varoluş Felsefesinin ana noktalarını temel alarak yazdığı bu siyaset felsefesi kitabında Karl Jaspers Almanların suçlu olup olmadığını sorgular. Her Alman vatandaşının kendi ülkesinde yapılan haksızlık ve adaletsizliklerde ne kadar payı olduğunu; Nazi Almanyası’nda yaşayıp, o hayata ve düzene uyum sağlayarak yapılanları haklı çıkarmış olmayı; hukuksuzlukları bilmeden ya da istemeden de olsa desteklemiş olmayı; haksızlığın, adaletsizliğin hâkim olduğu kamusal bir iklimin oluşmasına katkıda bulunmuş olmayı sorgulaması gerektiğini düşünür.

Heidelberg’de muzaffer ittifak kuvvetlerinin astığı afişleri Jaspers de görmüştür ve bir filozof olarak şu soruyu sorar: Suçluluk nedir? Alman halkı kolektif/toplu olarak suçlu mudur? Hayırsa niçin? Evetse hangi anlamda suçludur ve bu suçluluk duygusundan kurtulmak için Almanlar ne yapmalıdır? Artık önemli olan, savaşı kaybedenlerle kazananların hesaplaşması değil, Jaspers’e göre Almanların kendi kendileriyle yüzleşmesidir. Suçluluk sorunu ancak içselleştirildiği takdirde her tek insanın içinde bir “iç devrim”, yani “arınma” gerçekleşebilecektir. O halde yapılması gereken, her insanın önce suçla yüzleşmesi, sonra da kendi kendisiyle hesaplaşarak suçtan arınmaya çalışmasıdır.

II. Hannah Arendt’in Yaklaşımı

Karl Jaspers’in Alman halkının suçluluğu konusuna savaştan hemen sonra yoğun bir şekilde eğilmesinin sebeplerinden biri, Hannah Arendt’in Die Wandlung (Dönüşüm) dergisinin ilk sayısında yayınlanan Örgütlü Suç başlıklı makalesidir. Arendt, 1928 yılında Jaspers’in öğrencisi olarak “Augustinus’da Sevgi Kavramı” başlıklı doktora teziyle mezun oldu; 1933’de Nazi Almanyası’ndan kaçarak Prag ve Paris’te bir süre yaşadıktan sonra New York’a mülteci olarak geldi. Savaş sırasında öğrencisi ile olan iletişimini kaybeden Jaspers, 1946 yılında Melvin Lasky adında bir Amerikalı yayıncı aracılığıyla Arendt ile iletişimi tekrar kurdu ve kurulan köklü dostluk Jaspers’in 1969’daki ölümüne kadar sürdü. Savaşın bitiminde Jaspers, Werner Krauss ve Alfred Weber ile birlikte Die Wandlung adlı felsefi-edebi-siyasi içerikli bir dergi çıkarmaya başlamış ve Arendt’ten dergi için yazı yazmasını istemişti.

Jaspers ile Arendt arasında 1938’de kopan iletişim 1945 yılında yeniden başlar. 2 Aralık 1945 tarihli mektubunda Jaspers, Arendt’e Wandlung dergisine bir yazı yazmak isteyip istemediğini sorar.1 Aynı mektupta Dwight Macdonald’ın Almanların suçluluk sorununa dair yazdığı Halkların Sorumluluğu başlıklı yazısını beğendiğini yazar.2 Bu arada Arendt Örgütlü Suç başlıklı yazısını Jaspers’e göndermiş olmalıdır ki 29 Ocak 1946 tarihli mektubunda Jaspers’in bu yazıyı beğenmesinden duyduğu hoşnutluğunu dile getirir: “Eğer isterseniz tabii ki onu Wandlung’da basabilirsiniz.”3 8 Mayıs 1946 tarihli mektubunda Jaspers, Arendt’in yazısının basıldığını ve çok beğenildiğini yazar.4 1945-1949 yılları arasında çıkarılan bu dergiye Hannah Arendt altı yazı göndermiştir.5 Bunlardan ilkinin başlığı Örgütlü Suç idi ve aslında Arendt’in 1944 yılında, yani savaşın sonuna doğru Amerika’daki Jewish Frontier adlı dergide İngilizce olarak yayınlanmış bir yazısıydı. Arendt’in bu yazısının konusu, Nazi Almanya’sında Heinrich Himmler’in oluşturduğu “kitlesel cinayet örgütü”dür.6 Himmler, “şeytani bir deha” ile oluşturduğu bu örgütlenmede ne askerleri ne fanatikleri ne de katil ya da sadistleri kullanır; onun kullandığı insan tipi normal iş güç sahipleri ve “iyi aile reisleri”dir.7 1920’lerin sonunda en üst noktasına ulaşan dünya iktisat bunalımı ve Weimar Cumhuriyeti’nin siyasal sorunları çözmekte yetersiz kalması nedenleriyle uzun yıllardır işsizlikle boğuşan insanlar Nasyonal Sosyalistlerin milliyetçilik ve şovenizmden beslenen ideolojilerinin bir maşası olarak iş bulurlar ve parti örgütünün parçası haline gelirler. Hannah Arendt, modern kitle insanının, bu örgütün işlevsel uzantısı ve dolayısıyla suç ortağı haline getirildiğini yazar. Bu insan tipi, hayatını özel ve kamusal olarak öylesine böler ki, iyi bir aile reisi olarak aynı zamanda katil olması onu rahatsız etmez: “Mesleği onun bir insan öldürmesini emrettiğinde, kendini bir katil olarak görmez… çünkü bunu meslek icabı yapmıştır.”8 İşte Arendt, Alman halkının bu şekilde Nazilerin kitlesel cinayet makinesinin bir parçası haline getirildiğini yazmaktadır. “O kişiler, Nazilerin yakın işbirlikçileri ve onların yardımcılarının yardımcıları aslında ne yaptıklarını ve kim için yaptıklarını bilmiyorlardı.”9 Böylelikle suçluyu suçsuzdan ayırmak mümkün olmuyordu. Arendt bu durumda, Alman halkının bütünüyle suçlanabileceği tehlikesine değinir çünkü Nazilerin uyguladığı milli seferberlik hali, Alman halkının tamamının işbirlikçi olmasına neden olmuştur.10

Hannah Arendt savaş bitmeden önce kaleme aldığı bu yazısında çok önemli bir tehlikeye dikkat çekmektedir: Nazilerin oluşturduğu kitlesel cinayet makinesi Alman halkının tamamını bu makinenin bir dişlisi haline getirmiştir ve bu nedenle savaşın bitiminde hayatta kalan Almanlar arasında hiçbir fark gözetilmeyecek ve herkes suçlu ilan edilebilecektir. Nitekim savaşın galibi müttefiklerin, Almanya’nın her tarafına astığı afişlerdeki ifadeler de bunu doğrulamaktadır.

III. Suçluluk Sorunu

İşte, Karl Jaspers’in dersinde ve sonradan yayınlanan kitabında Suçluluk Sorunu başlıklı, tartıştığı konu tam da budur: Alman halkının suçlu olup olmadığı! Jaspers’in ilk siyaset felsefesi eseri sayılabilecek olan bu kitapçık, kendisinin Heidelberg Üniversitesi’nin yeniden açılmasıyla birlikte 1945/46 Güz Dönemi’nde verdiği derslerden oluşur. 12 yıllık bir Nazi iktidarından sonra harabeye dönen Almanya’da ilk yapılması gereken şeyin, insanların birbirleriyle konuşması olduğunu söyleyen Jaspers “Kimse suçsuz değildir”11 ifadesiyle Alman kamuoyunda bir düşünme, tartışma ve barışçıl bir hesaplaşmanın yolunu açmaya çalışmaktadır. Çünkü o, bir arada yaşama kültürünü kaybetmiş ve korkunç bir baskı rejimi altında kendi benliğinden olmuş, nihayet milyonlarca vatandaşını ve topraklarını kaybetmiş olan Almanya’da en köklü soruları sormanın ve bunlara yanıt aramanın, felsefenin görevi olduğunu düşünmektedir. Jaspers’in amacı, hayatta kalanların yepyeni bir bilinçle hayata sarılmalarını, yeniden kavuştukları özgürlük ortamında karşılıklı konuşarak hakikati aramalarını ve en korkunç hakikatlerle dahi yüzleşerek Alman ruhunun dönüşümüne ve arınmasına katkıda bulunmaktır: “Biz Almanlar, istisnasız hepimiz, suçluluk sorunumuzu net bir biçimde kavramak ve bundan gerekli sonuçları çıkarmakla yükümlüyüz. Bizi bununla yükümlü kılan, insanlık onurumuzdur. Her şeyden önce, dünyanın bizim hakkımızda ne düşündüğüne kayıtsız kalamayız; zira biliyoruz ki biz de insanlığın bir parçasıyız; önce insanız, sonra Almanız. Kaldı ki bundan da önemlisi, sıkıntı ve bağımlılık içindeki kendi yaşamımız, kendimize karşı dürüst olduğumuz sürece onurlu bir yaşam olabilir. Suçluluk sorusu, başkalarının bize yönelttiği bir sorudan ziyade, bizim kendimize yönelttiğimiz bir sorudur. Bu soruya kalbimizin en derininde verdiğimiz yanıt, mevcut varlığımızı ve bilincimizi temellendirecektir. Bu, Alman ruhu açısından bir ölüm kalım meselesidir.”12 Bir filozof olarak Karl Jaspers, savaş sonrasında “Alman ruhu”ndan geriye ne kaldığını ve Alman halkının suçunun ne olduğunu sorgulamakta ve düşündüklerini kamuoyu ile tartışmaya açmaktadır.

Suç konusu, felsefi bir problem olarak Karl Jaspers tarafından ilk olarak 1919 yılında yayınladığı Dünya Görüşlerinin Psikolojisi adlı kitabındaki “Sınır Durumlar”13 bölümünde yer almakla birlikte, asıl olgunlaşmış halini Felsefenin Varoluş Aydınlanması başlıklı ikinci cildinde bulur.14 Bir psikiyatrist, psikolog ve filozof olarak Jaspers, insanı “durumsal” bir varlık olarak tanımlar. İnsan yaşadığı dünyada ve toplumda yüklendiği rollerinden ötürü sürekli olarak çeşitli durumların içinde yaşar. Bir durumdan ya da rolden çıksa mutlaka başka bir duruma, role adım atmak zorundadır. Toplum hayatında insanın içine girdiği durumlar sürekli değişebilmektedir. Lakin öyle durumlar vardır ki, insanın bunları aşması ya da değiştirmesi mümkün değildir ve insan sürekli olarak bunların içinde yaşamak zorundadır. Jaspers’in “sınır durumlar” olarak adlandırdığı bu kalıcı ve aşılamayan durumlar ölüm, mücadele, acı ve suçtur. İnsanın hayatının sonlu olması, bir gün mutlaka öleceğini bilmesi, yaşamakta olduğu hayatta sürekli bir mücadele içinde olması, yaşamı boyunca acılara katlanması ve nihayet bir eylemde bulunarak veya bulunmayarak sorumluluk yüklenmesini, Jaspers “sınır durumlar” olarak niteler. Sınır durumlar konusu, insanın kendi varlığının derinliğinde yatan gerçekleşmemiş imkânlarının farkına varması bakımından Jaspers’in Varoluş Felsefesinde büyük önem taşır. İnsanın eylemde bulunması veya ondan imtina etmesi, her halükârda onun bir sorumluluğu üstlenmesi anlamına gelir.

İşte arka planında böyle bir suç ve sorumluluk anlayışı olan Suçluluk Sorunu’nda Karl Jaspers dört farklı suç ve yargı mercii tanımlar: