Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Geçmişten Günümüze Demokratikleşme Açısından Türkiye’de Sivil Toplum

Civil Society in Turkey in Terms of Democratization from Past to Present

H. Gökçe ZABUNOĞLU

Sivil toplum, bir medenilik anlayışı, bir sosyal tarih aşaması, tarih felsefesinde bir tartışma noktası olarak farklı anlamlara sahiptir. Modern sivil toplum kavramı, eşitlik, çoğulculuk ve kamusallık kavramlarıyla eş anlamlı olarak kabul edilmektedir. Demokratik sivil toplum, katılımcılarının düşüncelerini, eylem ve değerlerini demokratik yönde biçimlendiren toplumdur. Sivil toplum alanı, devlet dışı ve devlet organlarınca yönlendirilmeyen özerk kurumların hareket alanıdır. Kavram demokrasiyle birlikte düşünülmektedir. Güçlü bir sivil toplum, devlet iktidarını sınırlayıcı bir işlevi yerine getirir. Demokratikleşme ve sivil toplum ilişkisinde, demokratik sivil toplumun oluşabilmesi için öncelikle, devletten özerkliğin sağlanmış olması gereklidir. Sivil toplum ancak, insanların kendi yaşamlarını seçtiği ve ortak sorunların çözüldüğü bir yer olduğu ölçüde demokratikleşmeye katkı sağlar bir alan oluşturabilir. Ülkemizde demokrasinin pekiştirilmesi sürecine geçmek için devlete karşı sivil toplum ya da sivil topluma karşı devlet düşüncesinin terk edilmesi gereklidir. Günümüzde, devletin sivil toplumu kabul etmedeki isteksizliği devam etmektedir. Bu isteksizlik, pek çok alanda sorun yaratmaktadır. Demokratikleşme ve sivil toplum açısından Batı ile entegrasyon süreci terk edilmemelidir.

Sivil Toplum, Demokratikleşme, Siyasal Katılım, Siyasal Kültür, Çoğulculuk.

Civil society has different meanings as a concept of civilization, a stage of social history, a point of discussion in philosophy of history. The concept of modern civil society is synonymous with the concepts of equality, pluralism and publicity. Democratic civil society is a society that shapes its participants’ thoughts, actions and values in a democratic way. The field of civil society is the field of action of autonomous institutions that are not directed by the state or state organs. The concept of civil society is considered together with democracy. A strong civil society performs a function that limits state power. For democratic civil society to be formed in relation to democratization and civil society, autonomy must be provided from the state. Civil society can only create an area that contributes to the democratization of people to the extent that they choose their own lives and where common problems are resolved. In order to achieve and strengthen democratic consolidation in our country, it is necessary to abandon the idea of civil society against the state or the state against civil society. Today, the reluctance of the state to accept civil society continues in Turkey. This reluctance creates problems in many areas. For democratization and civil society, the integration process of Turkey with the West should not be abandoned.

Civil Society, Democratization, Political Participation, Political Culture, Pluralism.

Giriş

Kamu hukukunun çözümleme gayreti güttüğü konulardan birisi, devlet ve toplum arasındaki ilişki ve bu ilişkide bireylerin ve grupların sahip olduğu hakların neler olduğu, bireylere ve gruplara özgür bir alan var etmek için devletin iktidarının ve etkinlik alanının sınırlanmasıdır. Bu çalışmayla, ilk ortaya çıktığı zamanlarda devletle aynı anlama gelen, evrimleşmesiyle birlikte, devlet dışındaki özerk alan durumuna gelen sivil toplum kavramının incelenmesi, bu kavramın demokratikleşme ile ilişkisinin çözümlenerek, ülkemizde sivil toplum olgusunun gelişimi ile bu gelişimin demokratikleşme sürecimizdeki etkinliğini irdelemeyi amaçlıyoruz.

Çalışmamızın omurgasını oluşturan sivil toplum kavramı, antik dönemlere dayanır. Eski Yunan’da, sivil toplum ile devlet arasında bir farklılık oluşmamıştır. Kant’a değin, sivil toplum kavramı devlet ve toplumu ifade etmek için kullanılmıştır. Ortaçağ’da kentlerin doğuşuyla birlikte ortaya çıkan burjuvazi, gün geçtikçe kendini bir sınıf olarak tanımlamaya başlamıştır. Burjuvazinin yeni çağda sahiplendiği sınıfsal ve toplumsal anlayış, devlet ve sivil toplum kavramında da ayrıma yol açmıştır.

20. Yüzyıl’ın son çeyreğini ise sivil toplum kavramının Rönesans dönemi olarak adlandırmak abartı olmasa gerektir. Doğu Avrupa’da ve Latin Amerika’da kavram antidemokratik yöntemin karşısında olmayla özdeşleşti ve böylelikle politik işlev yerine getiren bir araç haline geldi.

Sivil toplumun geçirdiği bu evrimleşmenin demokratikleşme açısından inceleme yaparken değinilmesi gereken bir husus olduğuna inandığımız için çalışmamızın ilk bölümünde sivil toplum kavramının tarihsel ve düşünsel değişimi sürecini açıklamaya çalıştık. Devamında ise modern sivil toplum kavramını ele alarak ilk bölümü sonuçlandırdık.

İkinci bölümde ise, demokratikleşme olgusunu ele aldık. Demokratikleşme sürecindeki etkinlikleri tartışılmaz olan devlet ve sivil toplum açısından ayrı ayrı incelediğimiz bu bölümle birlikte çalışmamızın bir anlamda teorik temelini tesis etmiş olduk.

Üçüncü bölümde ise, çalışmamamızın ana hedefi olan demokratikleşme açısından Türkiye’de sivil toplum olgusunu ele aldık. Ülkemizde, Batı’dakinden farklı bir modernleşme, demokrasi süreci ve sivil toplum oluşumu olduğundan dolayı, bu bölümde ilk olarak, dönemler açısından ülkemizde sivil topluma bakışı, sivil topluma yönelik değişimi araştırdık. İlk olarak Osmanlı’nın modernleşme süreci öncesi döneminde bir sivil toplumdan bahsedilip bahsedilemeyeceğini, daha sonra, Osmanlı modernleşmesinde sivil toplum yaklaşımını ve sivil toplumun etkisini inceledik. Cumhuriyet dönemini ise üç ana kısma ayırdık. Bunlar tek parti dönemi, çok partili dönemin başlangıcından 12 Eylül’e kadar olan dönem ve 12 Eylül darbesi sonrası günümüz Türkiye’sinde, sivil toplum ve demokratikleşme sürecini ele aldık. Bu bölümün sonunda ise ülkemizde sivil toplumun problemlerini tartıştık.

I. Kavram Olarak Sivil Toplum

Sivil toplum kavramı 18. Yüzyıl ortalarına değin, devlet ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Aristoteles, sivil toplumu, ahlaki bir kamu olarak özgür ve eşit yurttaşlar toplumu olarak tanımlamıştır. Aristoteles’e göre sivil toplum “bireysel çıkarlardan bağımsız olarak konuları ve kamusal iyiyi sağlamayı hedefleyen kurallara uygun olarak yönetilen toplumdur”1

Genel bir kullanıma sahip olan kavram, Ortaçağ döneminde de feodal düzen ve imparatorlukların tümünü belirtmekteydi. Katolik Kilisesi ise sivil toplumu kilisenin karşıtı olarak devlet anlamında kullanmıştır2 .

Ortaçağ sonlarına doğru Feodal Batı toplumları, şehir hayatının, yani ticaretin ve özellikle tarım aletleri üreten el sanatlarının canlanmasına sahne oldu. Gelişen ticaret ve zanaatlar, toplum için yeni bir zenginlik kaynağı yarattı. Toprak sahibi soylular, bu yeni kaynaktan yararlanmak istediler. Fakat yararlanabilmeleri için, küçük esnafın ve üreticinin korunması gerekiyordu. Şehrin üretken sınıfları ise asillere verdikleri yeni olanakların karşılığını almak istiyorlardı. Böylece asillerle şehir ahalisi arasında bir uzlaşma ortaya çıktı. Şehirliler şehir hayatının sürdürülmesini olanaklı kılacak haklar ve imtiyazlar istediler ve bunları elde ettiler3 . Bu dönemde sivil toplum kavramı, kentsoylulara tanınan özgürlükler temelinde, merkezi otoriteden bağımsız ve özerk kurumların gelişme alanı olarak tanımlanmaktadır4 .

Gelişen süreçte burjuvazinin güçlenmesi sonucu toplumsal sınıfların ortaya çıkması, sivil toplumun hızlı gelişmesine katkıda bulundu. 1789 Fransız Devrimi ile İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin yayınlanması bu süreci hızlandırdı. Çünkü 1789 Fransız Devrimi ile birlikte sivil toplum ile devlet arasında bireyin konuşma, düşünme, inanç özgürlüğü ve mülk edinme hakkı gibi haklarının bireysel özgürlük için vazgeçilmez haklar olduğu tescil edilmiştir5 .

17.yy. düşünürlerinden Hobbes’un felsefesinde sivil toplumun temellendirmesini bulmak mümkündür. Doğal Hukukçu olarak Hobbes’ta Devlet, özgür ve eşit bireylerin kendi kendini koruma hakkından vazgeçerek genelin güvenliğini koruyacak bir kişi veya meclisi görevlendirmelerinin eseridir6 . Hobbes’un bireyin çatışmacı ve saldırgan niteliğini ön plana çıkarmasının sebebi, o dönemde sınıf iktidarını kurmamış burjuvazinin yaşamış olduğu çatışmalarla ilişkilidir7 . Hobbes, yurttaşlar arasındaki ilişkiyi tanımlarken insanın tanrısı olduğunu söylemektedir. Buna karşı, devletler arasındaki ilişkiyi ise insanın kurdu olduğu bir ilişki biçimi olarak tanımlamaktadır8 . İnsanların doğuştan eşit olduğunu ancak eşitlik durumunun yarattığı güvensizlik sonucu savaş durumunun ortaya çıktığını söyleyen Hobbes’a göre, devletin ve sivil toplumun temelinde, barış durumunun sürekliliğinin ve özel mülkiyetin güvenliğinin sağlanması istemi vardır9 . Hobbes’a göre insan doğasında rekabet, güvensizlik ve şan-şeref üç temel kavga nedenidir. Bunlar çatışmanın sebepleridir10 . Bu durumdan barış haline geçiş isteminin temelinde ise ölüm korkusu ile rahat bir yaşam sürme arzusu ve bunun için gerekenleri elde edebilme umudu bulunur. Bunun sağlanabilmesi için insanların tüm güç ve yetkiyi tek bir iradeye teslim etmeleri gerekir. Bu egemen ise ölümlü bir tanrı olan Devlet (Civitas) yani Leviathan’dır. Hobbes’a göre doğa durumunda herkesin her şey üstünde hakkı mevcuttur. Bu nedenle, bu dönemde hiçbir eylem adaletsiz değildir. Çünkü bu dönemde adaletten ahlaktan ya da iyiden bahsedilmesi mümkün değildir. Bu kavramların koruyucusu devlettir. Hobbes’un teorisinde hukuksal kavramlar ancak sözleşme ile yani sivil toplumda geçerli olacaktır.

Locke ise Hobbes’tan farklı olarak doğa durumunun özgürlük ve eşitlik ön kabulü üzerine tesis etmektedir11 . Locke’un düşüncesinin merkezinde, hukukun üstünlüğünün ve özgürlüklerin devlete karşı savunulması bulunmaktadır12 . Hobbes’a göre, egemen gücün tanımlanması siyasi toplum (commonwealth) dan önce gelmekte iken Locke’a göre toplum devletin oluşumundan öncedir. Locke, siyasal toplumu belirgin biçimde aile ve sivil toplumdan ayırt etmiştir13 . Ancak kimi kez sivil toplum ve siyasal toplumu birbiri yerine kullanmıştır.

Montesquieu, Roma hukukundan gelen özel-kamu hukuku ayrımı ile 18. yüzyılın ikili sözleşme yaklaşımını birleştirerek, siyasal hukukun yöneten ve yönetilenlerin ilişkilerini düzenlediğini, özel hukukun ise bireyler arasındaki ilişkileri düzenlediğini ifade etmiştir. Locke ve Montesquieu’nun yaklaşımlarının devlete karşı toplum söyleminin yaygınlaşmasına ve modern sivil toplumun tanımlama çabalarına katkısı olduğu kabul edilmektedir14 .

Locke’un sivil yönetim, Kant’ın burjuva toplumu ve Rousseau’nun sivil devlet kavramları devletle eşdeğer bir anlamda kullanılmıştır. Sivil toplum, bu dönemde siyasal olarak aktif olan yurttaşlar arenası olarak kabul edilmiştir15 .

18. yy.da sivil toplum kavramında bir değişim gözlemlenir. Bu dönem düşünürleri, sivil toplumu devlete karşı olmaktan çok mutlakiyetçi devleti dengeleyecek bir alan olarak kabul ederler. Adam Ferguson, 1767 tarihinde Sivil Toplumun Tarihi Üzerine Bir Deneme eserinde merkezi devletin ortaya çıkmasının toplumun dayanışmasını tehdit ettiğini16 , sivil toplumun ise beyinlerin edebiyat ve sanatla parlaklaştırıldığı bir toplum olduğunu ifade etmektedir. Ferguson’a göre sivil toplum tarihsel olarak ortaya çıkmıştır. Ona göre insan her zaman bir toplum içinde doğar ve orada yaşar. Dolayısıyla doğa durumu hayal gücünün ürünüdür ve kabul edilemez17 . Adam Smith ise, insanın ancak toplum içinde mutlu olabileceğini, iyi vatandaşlığın kişinin kendi işyerinde ve komşuluk çerçevesindeki ilişkilerinde gerçekleşebileceğini ifade etmektedir. Bu dönem düşünürlerinde genel olarak egemen olan görüşe göre sivil toplum, kent yaşamının geliştiği, çoğulcu, aile sınırları dışındaki ve devlet tarafından asimile edilmemiş, bireysel faaliyetlerin yer aldığı toplumdur18 .

Sivil toplum konusu Hegel’in felsefesinde önemli bir yere sahiptir. Hegel’in araştırmalarını başlangıçtan itibaren yönlendiren tema, toplumun farklı faaliyet alanlarına parçalanması ve toplumsal bütün içinde bölünmeler olarak ortaya çıkması sorunudur19 . Hegel, sivil toplumu aynı zamanda bir burjuva toplumu (bürgerliche Gesellschaft) olarak tanımlar. Hegel bürger kavramını, bir devletin yurttaşı anlamında kullandığı gibi aynı zamanda burjuva bireyi anlamında da kullanır. Dolayısıyla Hegel’e göre sivil toplumdaki bir birey aynı zamanda dışsal devlet içinde yaşayan bir yurttaş (Bürger)tır20 .

18. yy.a değin devletle aynı anlamda kullanılan sivil toplum kavramını, Hegel, doğal tin olarak kabul ettiği aile ile devlet arasında yer alan ahlaki alan olarak tanımlamıştır. Ona göre doğal tin olan ailenin dağılmasıyla birlikte aile üyelerinin birbirinden bağımsızlaşması ve kopuşu sivil toplumu oluşturur21 . Yine Hegel, Etik hayatın alanını aile, sivil toplum ve devlet gibi üç ayrı alana ayırmaktadır. Her biri bireyin yaşamını düzenleyen farklı etik kurallara sahiptir. Burada, bir yanda sosyo-ekonomik gerekliliklerin ve piyasa toplumunun gerektirdiği rekabet ve dolayısıyla çatışmanın yer aldığı sivil toplumu, diğer yanda da devletten oluşan, devlet kurumlarıyla özdeşleşen ve onunla ayniyet içinde olan siyasal toplumu görmekteyiz. Bu anlayışa göre, sivil toplum maddi hayata yani ekonomiye, siyasal toplum ise devlete karşılık gelmektedir22 . Hegel’e göre sivil toplum uygar, yurttaşlar toplumuyla aynı anlamdadır. Devlet, uygar yaşamı mümkün kılan sosyal varlık, sivil toplum ise kişisel isteklerin ilan edildiği alandır23 .

Hegel, sivil toplumu doğal bir durum olarak kabul etmeyerek, onun özel çıkarların rekabeti yüzünden istikrarsızlığını dile getirmekte, sivil toplumun kendi kendine yeterli olmadığını ve bu yüzden de devletin ortaya çıktığını ifade etmektedir24 . Buna göre, sivil toplum, özel kişilerden, sınıflardan, gruplardan ve etkinlikleri uygar hukuk tarafından düzenlenen ve bu nitelikleriyle de siyasal devletin kendisine doğrudan bağlı olmayan kurumlardan oluşan mozaiktir. Devlet sivil toplumdaki adaletsizlik ve eşitsizlikleri gidermek için ve kamu iktidarını, halkın evrensel çıkarlarını korumak ve geliştirmek için sivil toplumun işlerine müdahale hakkına sahiptir25 . Hegel’de sivil toplum sözleşmenin yapılacağı ortamı ya da alanı oluşturur; bu alan bireylerin kendiliğinden, gelenek ve görenekler uyarınca özgür birlikteliğinden ibarettir. Sivil toplum ancak yasal ve siyasal kurumlarla donanınca devlete dönüşür26 . Sivil toplum üyelerine özgürlük tanıyan bir alandır. Ancak bu özgürlük tam değildir. Sivil toplum, gerçek özgürlüğün gündeme gelebilmesi için bir bütünleyicisi olacak üstün bir otoriteye yani Devlete ihtiyaç duyar27 .

Marx, sivil toplum kavramına, sermaye toplumunun doğuşunu açıklarken ayrı bir önem vererek, ekonomik alan olarak nitelemektedir. Hegel’in devleti temel almasına karşılık Marx sivil toplum eksenli bir görüş ortaya koymaktadır28 . Marx, sivil toplumu siyasi yaşamı belirleyen bir alan olarak tanımlarken, devleti, sivil toplumdaki çatışma ve çelişkileri uzlaştıran bir kurum değil, sivil toplumun yansıması olarak kabul etmiş ve devletin sivil toplum tarafından belirlendiğini kabul etmiştir29 . Marx’ın sivil toplum kavramına bakışı onun üstyapı-altyapı analiziyle ilişkilidir ki ona göre sivil toplum alt yapı, devlet ise üstyapıdır. Dolayısıyla devlet, sivil toplum üstünde kurulmuştur ve devlet dışındaki her alan sivil toplum alandır30 . Sivil toplum gerçek temeldir, tüm tarihin gerçek kaynağı ve sahnesidir ve belirli bir dönemin maddi üretimini ve ticaretini kapsar. Sivil toplum, üretici güçlerin belli bir gelişmişlik aşamasında bireyler arasındaki ilişkilerinin tümünü içerir31 . Modern devlet, burjuvazinin gelişmesinin önünde engel oluşturan feodal kalıntıların direnmesi sebebiyle sivil toplumdan göreli bir bağımsızlık kazanmış görünür32 . Marx’a göre sivil toplum ancak özel mülkiyetle birlikte gelişir. Marx, sivil topluma yüklediği bu olumsuz yaklaşım sebebiyle, devleti sivil topluma bağlamak ya da sivil toplumu devlete bağlamak çözümlerinin çelişkiyi yok etmeyeceğini bu çelişkinin ancak toplumdaki sınıfları ve devleti ortadan kaldıracak bir devrimle sona erdirilebileceği görüşündedir33 .

Marx’tan sonra meydana gelen gelişmeler, sanayi kapitalizminin ilk evrelerini gözlemleyen ve çözümleyen Marx’ın görüşlerinden farklı yeni yaklaşım ve açıklamaları gerekli kıldı. Marxist teorisyenlerden Antonio Gramsci, Marx’ın sivil toplumu ele alış biçiminden farklı olarak sivil toplumu Hegel gibi devlet içinde kabul eder ve hegomanyanın sivil toplumun, cebrin ise siyasal toplumun ürünü olduğunu iddia eder. Dolayısıyla devlet, sivil toplum ve siyasal toplumun birleşmesinden müteşekkildir34 . Sivil toplum, egemen değerler kültürünü temsil eden kurumlar, ideolojiler, pratik ve öznelerin oluşturduğu bütündür35 . Gramsci, sivil toplumun ekonomik dışı unsurlarına önem verir ve klasik Marxist geleneğin kötümser bakışına karşılık sivil toplum kavramını olumlu bir anlam yükler. Dolayısıyla Marx için sivil toplum daha çok kamusal alanda etkin olan ekonomik faaliyetler olarak görülürken Gramsci tarafından sivil toplumun siyasal yönü vurgulanır. Ona göre sivil toplum alanındaki meseleler siyasaldır36 . Gramsci, Marx’tan farklı olarak sivil toplumu üst yapı ile ilişkilendirir. Ona göre biri organizmalar bütünü olan sivil toplum diğeri de devlet olan iki üst yapı mevcuttur. Bunların her ikisi de topluma hegemonya uygularken diğer yandan hukuk vasıtasıyla doğrudan egemenlik işlevi görür37 . Sivil toplum, “karşılıklı maddi ilişkilerin tümü değil, ideolojik-kültürel ilişkilerin tümünü, ticari ve sınai yaşamın tümünü değil, tinsel ve düşünsel yaşamın tümünü içermektedir”38 . Ona göre sivil toplum, ekonomi temelinden tanımlanan sınıflar arasındaki hegemonya mücadelesinin yani ideolojik, kültürel ve siyasal mücadelenin yaşandığı alandır. Bu savaşımın kazananı olan sınıf, genelin rızasını alabilen sınıftır. Egemen sınıf ideolojisini bu şekilde toplumun geneline benimsetebilir. Ancak rıza tek başına yeterli değildir. Çünkü toplumsal ilişkilerde rıza ile birlikte zorlama da mevcuttur. Bu zorlamayı ise devlet aracılığıyla gerçekleştirir. Dolayısıyla egemen sınıf, hem toplumun rızasını ele geçirmiş hem de zor kullanma yetkisini elde etmiş olur. Ancak egemenlik süreci devamlılık arz eder. Zaman içinde sürekli olarak yeninden kazanılmalıdır. Bunun içinde sürekli olarak kendini yenileme ihtiyacı hisseder. Bu ise sivil toplum ile devleti iç içe geçmişliğinin göstergesidir39 .

Tarihsel gelişimde sivil toplum kavramına üç farklı anlam yüklendiği görülmektedir.

Bunların ilki, devlet ve sivil toplum kavramlarının ayrışmadığı, 18. yy.a değin devam eden süreçtir. Devletle sivil toplumun ayrışmasındaki etkenler ise, aydınlanma düşüncesi, burjuvazinin gelişimi ve siyaset anlayışındaki değişimdir.

İkincisi, 1789 Devrimi ile birlikte, ekonomik yaşantının devletten ayrı olması gerektiği ve özgürlükler alanının devletten ayrı ve korunması gereken bir alan olarak kabulüyle ortaya çıkmıştır.

Üçüncü yaklaşım ise, sivil toplumu bir özgürlük alanı olarak düşünmeyen Hegel, Marx ve Gramsci geleneğidir. Bu yaklaşım, sivil toplumun nasıl kontrol edilebileceğini tartışmaktadır.